2010-12-26

Zamansız Roman

Zamanı kim alıp götürür hiç farkına varmam. Yaşarım, yaşarım, ardından ne olduğunu anlamadan geçmiştir zaman. "Keşke" derim her seferinde. "Dönebilsem o günlere, o ana."
Tabi hiçbir zaman gerçekleşmeyecek ufak hayallerle devam ederim. Yolum uzun...

İnsanı çok iyi bir romandan ayıran bir özellik vardır. Hiçbir zaman tahmin edemezsin bir sonraki sayfayı. Herkes bir hikaye yazar kendine. Sen de alırsın bir kalem eline başlarsın. Ama bu kez yazdıklarının arasında kalıcı olabilendir önemli olan. Bazen yazamazsın da... Cesaretini yitirirsin, alamazsın önüne hiçbir şeyi, sıradansın belki, biraz da korkak... Diğer insanlardan bir farkım olduğunu düşünmedim. Bazen farklı olduğumu söyleyen dostlarım oldu. Ama onlar da farklıydı. Benim yanımdaydı. Belki de en büyük farkım ayrıntılara dikkat etmemdir. İnsanlar sinemada yakın planda duran adama bakarken, arka planda duvarın çatlağına bakarken bulurum kendimi bazen. Belki filmde gördüğüm ağaçları sayarım ya da farklı gelen şeyleri...

Farklı değilim. Sıradanlığı severim ve insanlar özelden bahsederken farklılığı yakalarım sıradanlıkta. Sıkı sıkı bağlanırım insanlara. Tutkuyla dolarım bazen. Unutmam. Aşık olduğumda aşığımdır. Birinin dudaklarında gezindiğimde sadece aşık... Ama aynıyım. Duygularım, hayallerim, gülüşlerim, ağlamaşarım farklı değil...

İşte zaman olgusu bunları yaptıran. Bir bakmışsın romansın bir sonraki sayfası yazılmayan, belki çok özel olan, beyaz perdeye düşen siyah bir gölgesin insanları rahatsız eden, bir şiirsin aşk dolu sonunda ağlatan, bir bakmışsın süren dolmuş anlamadan...

Sonra anlarsın. Sensin seni sen yapan... Anlarım ki zamanı alıp götüren, arka plandaki duvar çatlağı da sen... Keşke demeyelim o zaman...
"Bir dahaki sefere..."

2010-12-05

Tahtamın Tebessümü

Bir yazı tahtam var benim. Sevdiklerimin yazılarının olduğu... Küçük küçük notlar, beyaz duvarın üstünde. Küçük tebessümler bırakacak kadar sıcak. Ve her gece ayak uydurur sessizliğin zarifliğine. Bir de çizgiler var üstünde otuz sekiz tane. Kasım ayında hayatına birkaç dakikalığına girip tebessüm bıraktığım insanların sayısı kadar...

Kasım ayını geride bıraktık. Kasımın her gecesi çok düşündüm. Şimdi unuttum. Başka düşünceleriyle aralık ayının... Kasımda genç olmak başkaydı bir türlü sonbahar gelmeyen o şehirde...

2010-11-08

Uyku Unutkan Bazen

Bazı geceler uyuyamam, pazarı pazartesiye bağlayan gece olduğu gibi...
İki bilemedin üç saat döndüm durdum yatakta. Ayağa kalktım, iki adımlık odamda dolandım. Yattım, olmadı.
Müzik dinledim, televizyon izledim, bilgisayarda dolandım. Yattım, olmadı.
Artık sinirden ve sıkıntıdan ağlamaya başlayacağımı düşündüğüm anda annem girdi odama. Neden uyumadığımı sordu. Son derece sıkıntımı ele verir bir şekilde, "Uyku tutmadı." dedim. "Canın bir şeye mi sıkkın." dedi. "Hayır." dedim. Biraz benimle ilgilendikten sonra yattı. Ama az önce gelen o his daha da arttı. Gözlerimi doldurdu. Hafif hafif ıslandı kirpiklerim. Kendi kendime bugün neden böyle olduğumu sorup durdum. Sabah erken kalkmıştım. Bütün gün yorulmuştum ama uyku bu gece bana uğramıyordu...

İlerleyen saatlerde anladım. Ben her gece bir şeyi düşünürken uykuya dalıyordum. O gece hiçbir şey gelmemişti aklıma. İyi geceler mesajı atacak bir sevdiceğim yoktu. Bütün dostlarımın en güzel rüyaları gördüğüne emindim. Sırtüstü yattım yatağa daha sonra. "Şimdi nedenini biliyorum. Peki nasıl uyuyacağım?" diye düşünürken cevabını aldığım sorunun huzuruyla uyuyakalmışım...

Ben geceleri telefonumdaki müzisyenleri seviyorum. Bana o saatlerde istediğim parçaları söyleyen onlar var sadece, istediğim sözcükleri duymamı sağlayan bir de...

2010-10-30

Serde İlkbahar Var

Geç olsa da geldi sonbahar. Eminim aniden bitecek ve kışa gireceğiz. Tadını çıkartmaya bakalım... Ben çocukken kasım ayında hüzünlenirdim. Yapraklara basıp geçmek üzerdi beni. Onlarında canı olduğu için basarken acıtıyorum zannederdim her sonbahar. Zamanla her mevsimin bir hüznü olduğunu anladım. Yazın kapanan hava, baharda tomurcuk veremeyen çiçekler, kışın ağzımla çıkardığım buharın hemen dağılması... İşte böyle sebepler hep üzdü beni. Gerçi büyüdükçe gidiyor böyle küçük üzüntüler...
Büyüdükçe zamanın hızına da alışıyor insan. Kar yağdığında çocukluğundaki gibi sevinemeyince anlıyor insan, her mevsimin hızlı geçişine alıştığına.

Küçükken büyümek için neler yapmadık ki? Her zaman büyüklerin derdi olmadığını düşündük, daha dert kavramını bilmezken. Gerçeği görüp geri dönmek istediğinde her şey geç oluyor galiba. Gerçi annem hep her yaşın bir güzelliğinin olduğunu söyler de büyüyüp hayalleri azaltırken neyin güzelliği vardır bilinmez. Belki ilerde bu mevsimlerin çok daha fazla imgesi olacak bizde. Bu yüzden ilerledikçe yaşımız hayatın bir yerinde güzellikler bulabileceğiz. Önce şu ilkbaharı atlatmak var, gençliği... Sonra yaşayalım doya doya mevsimleri. Ama bunları insanlardan dinlerek değil yaşayarak öğrenelim derim ben...

Kabul edenler?

2010-10-17

Sıradan Olmayan Kahramandır Mutluluk...

Hayatınızın sıradanlığını sevdiğiniz oldu mu hiç? Durakta oturmuş beklerken ya da arkadaşlarınızla yaptığınız o havadan sudan konuşmalar sırasında... Ben hep sevdim. Bu yüzdendir hayatımın sıradan olduğunu söylemem hiç...

Benim harika dostlarım var etrafımda. Aşkı en saf halleriyle yaşayan, en sıcak gülüşlere, en tatlı sohbetlere, en güzel hayallere sahip olan... Bir gün eksikse onlarla, o gün aslında yaşanılmayacak kadar kötüdür.
Eğer hayata gelmemin gerçekten bir amacı varsa bunun etrafımdakileri mutlu etmek ve güldürmek olduğuna inanıyorum, ki hayatım giren herkesi güldürebildim ben. Bundan sonra da bunu yapabileceğime inanıyorum. Hayattaki en büyük mutluluğum insanları en kötü hallerinde bile güldürebilmek. Gülebilmek...
İnsanları dinleyebilmek de hoş mesela. Onlara yardım edebilmek, onlarla aynı koşullarda durabilmek... Adsız kahraman olmak da güzel olsa gerek. Küçük kahramanlıklar yaparak büyümek... Reşit olduğumda ilk işim kan vermek olacak mesela. Tanımadığım biri insana yardım etmek ve bunu bilmek güzel olsa gerek. Ben de yeterince kan var zaten. Mesela yanaklarım hep kırmızı oluyor bu yüzden...

İnsanları seviyorum. Dostlarımı daha çok... Her zaman mutlu etmeye devam edeceğim ve yardım etmeye. Hani o en güzel film replikleri var ya konulara "cuk" diye oturan... İşte onlardan biri, ki bana yön veren...

"Mutluluk paylaşınca gerçektir."

Dostlarıma, sevdiklerime ve insanlara...

2010-10-01

Geceye Veda

Sessiz ve yalnız bir geceye ses getiren bir yağmuz var bugün. Artık taşlaşmış dünyaya düşen her bir damla, her biri farklı büyüklükte... Farklı ritmler oluşturuyorlar. Biraz da ilk aşkı andırıyorlar. Bazen hızlanıyor bazen yavaşlıyorlar. En çok da durduktan sonra her yeri ıslak ıslak bırakıp gitmeleri koyuyor bana. Ama geceleri katlanabilirim, örtüyor ve güneşim dünyanın öbür tarafını aydınlatmakta...

Ailem şehir dışında. Bu yüzden şu an teknik olarak koca şehirde yalnızım. Derslerden ve havanın kasvetinden olsa gerek yorgunum. Kitaplar, sorular, şıklar, gelecek kaygısı, istemsiz gelen bazı stresleri çıkarınca hayat güzel. Sitem etmeye lüzum yok.
Evimde çok yalnız olduğumu hissetsem de bana eşlik eden çok kişi var aslında. Attila İlhan, Orhan Veli, Sabahattin Ali, Murathan Mungan, Nazım Hikmet ve geri kalan raf sakinleri... Ama hep onlar konuşuyorlar, o yüzden ben daha çok o kanuşulanları analiz ediyorum...

Şimdi tam bu anı fotoğraflamak isterdim. Kaydetmek, zamanı durdurmak isterdim. Güzel bir parça var kulağımda. Kitaplar raflarında sessizce oturuyor, bilekliğim cüzdanımla kucaklaşıyor gibi, anahtarlığım her zamanki gibi renkli ve anılarla dolu. Yemek yenmiş boş bir tabak yanında duran bir kitap, parfüm, su şisesi, küçük notlar, "post-it"ler, kalemler, masa lambası yan yana bayram kutlaması yapar gibiler. Geceye inat renkliler de...
Bugün sonbaharın kendini hissettirdiği ilk gün gibi. Yağmurlu, ekimin ilk gecesi... Uzaklardan gelen "kendine iyi bak," cümleleri... Sararmak isteyen yapraklar beklemekte zamanını... Bir de annemin bıraktığı, aniden gördüğüm not. "Dünyanın en tatlı oğluşu, Hoşçakal. Sevgiyle öpüyorum..."

Anlaşılan yağmurun bıraktığı taş kalpli dünya kokusu insanı yüksek derecede tetikliyor. Sabah ilk "Günaydın"ın güneşten gelmesi dileklerimle...

2010-09-19

Gerçekler Sustuğunda Kalır...

Öyle bir an gelir ki bazen, her şey çözülür. Sustukça içinde büyüyen her şey bir anda dışarı çıkar. Konuşulur. Her şey anlaşılır. Rahatlarsın o zaman. Seni parça parça eden düşünceler tekrar seni birleştirir böyle anlarda. Aslında karıştıkça karışırsın yine. Ama üzülmezsin, sinirlenmezsin. İçinde huzur vardır sadece. Belki biraz geçmiş kırıntıları...

Geçmişindeki bazı tecrübeler yön verir hayatına. İşte bu tecrübeler bazen farklıdır. Sıradan ilerleyen hayatını değiştiren tecrübeler... Yaşadıkça anlayacağın, duygularını, düşüncelerini katıp oluşturacağın anlardır onlar. Bazen yanlış yaşarsın onları. Yanlış zamanlarda, yanlış yerde kalırsın. O an susmak zorundasın. Öyle hissedersin. Sonrasında hayatına pişmanlık girer. Sustukların büyüdükçe büyür içinde. Bazen zaman gelir götürür, siler. Ama onlar büyürken bir yandan durur zaman. Bu sefer hayatına gerçekleri paylaşma kısmı girer. O anda konuşmaya başlarsın. Yıkarsın tabularını...

En sonunda bir rahatlama hissi kaplar içini. Yine susarsın ama bu sefer zorunda olduğun için değil, huzurlu olduğun için. Ve sıradan hayatına devam edersin. Daha büyük ve rahatlatıcı tabuları yıkmak için...

"Şimdi yıktık mı tabularımızı?"
"Kesinlikle"

2010-09-16

Yolculuk Uyutur İnsanı, Hikayeler de...

Müzik dinleyerek devam ediyordum yola. İlk başlarda başka bir şehre doğru yola çıkmanın verdiği güzel ve anlamsız his yerini sıkıntıya, biraz sıcağa ve insanları gözlemlemeye bırakıyordu. Otobüsün en arkasında oturmama rağmen insanların hepsini görmeye yetmiyordu bu. İnsanlara bakmayı kestim, görsem bile hiçbirinin hikayesini bilemeyecektim. Dinlediğim müziklere sessizce eşlik etmek daha güzeldi...

Gözümü hafifçe araladım. Yaklaşık iki saattir uyuyordum. Uyandığımda kısık kısık horlamalar, bazı insanların kulaklıklarından gelen müzik sesleri ve otobüsün lastiklerinin asfalta sürtünmesiyle çıkan sesten başka hiçbir ses yoktu. Tekrar taktım kulaklığı. Kafamı çıkarttım koridora doğru. Yolu görüyordum. Saat sabaha karşı üç buçuktu. Yine de yollar kalabalıktı. İnsanlar bir yerlere gidiyorlardı. Kendi kendime "Nereye gidiyor bu insanlar?" diye sordum. Ne yapacaktım ki herkesin bir hikayesi vardı bir amaçları vardı. Uyudum...

Güneş aydınlatırken bulutların arkasından şehri indim otobüsten. Çantalarımı aldım, bir de derin bir nefes... "Merhaba" dedim. Daha sonra bir hikayenin ortasında, kendi hayatımda, bir amaç uğruna anılarımı yazmaya devam ettim. Yine insanlar gördüm. Yine de bilemedim hikayelerini. Bu sefer merak etmedim her zamanki gibi...

2010-09-04

Yenilenir Bazen Eski Heyecanlar...

Hayatta, karşınıza yeni bir şeyler çıktığında her zaman mutlu olursun. Yeni bir insan, yeni bir nesne. Farketmez. İkisi de yeni hikayeler getirir insana. Anlamaya çalışırsın. Derken alışırsın. Yenileri gelir ve birikir. Bazen eskileri unutabilirsin. Yenilerini onların yerine koyabilirsin. Bazen de hikaye aynı gelir bırakır gidersin...

Bugün hayatımda eski-yeni çatışmasının yoğun olduğunu hissettim. Ama eskileri atamadım, yenileri sığdıramadım. Zaten hayatın başındaysam ben taşacak çok şeyim var demektir. Bir süre sonra düzene sokmak lazım.

Genelde yeni şeyler şansla girer insann hayatına. Bir şekilde yolunu bulur, orada ilerlersin ve sonunda o şeye ulaşırsın. Şansı her zaman yaver gitmez insanın. Bazen de yanlış yollara kayarsın. Belki kaderinin bir yerlerini yanlış yazmış da olabilirsin. Doğru yollardan gittiğinde karşına büyük zorluklar çıkabilir. Önünden atmalısın her şeyi. Ama değerlerini kaybetmeden. Demek istediğim insanoğlunun önüne türlü engeller çıkar, şans ya da kader de bunların içinde ama doğru yaparsan her şeyi bir bakmışsın yeni hikayeler yeni heyecanları getirmiş hayatına...

2010-08-28

Sorular Korkaktır, Hepsine Bir Cevap Var...

Bazen insanlar cevaplayamadığım sorular soruyorlar benim hakkımda. Gülüp geçiştirmeye çalışıyorum, her biri gülüşlerimle yakalıyor beni. Gülmekten vazgeçip başka yerlere bakıyorum, bakışlarımı tutuyorlar. Aslında sorular basit, sıradan, yüklemi sonda olanlardan. Ama sondaki soru işaretleri korkutuyor beni. Bazen öyle karmaşık geliyorlar ki...

Saçma olacak, bazen sorulara gerçek cevapları vermek zor oluyor. Ama her şeye rağmen zoru seçmek cazip geliyor. O sorular için cazip cevaplar arıyorum, kısa. Bulduğumda söylüyorum bulamadığımda açma gereği duyuyorum. Kimi zaman kendi hislerini belirtmekte zor. Cevabı ona göre verebilmek...

Kızların meşhur sorusudur; ''güzel görünüyor muyum?'' Gariptir bunu hep güzel olanlar söyler. Gerçi inanmazsınız ama ''çirkin kadın yoktur, bakımsız kadın vardır'' sözüne yürekten katılan insanlardanım. Her neyse, bu soruya gerçek cevabı vermek kolaydır; ''Evet'' ama bunu her zaman iltifat olarak algılarlar. Oysa gerçekten güzeldirler. Bu yüzden her seferinde bu tip sorulara açıklık getirmek şarttır.

Oysa biz erkekler hiçbir zaman kolay soruları zorlaştırmayız ya da zor soruları kolaylaştırmayı bilmeyiz. Tek isteiğimiz cevaptır, ki bu cevap genelde kızlardan gelmez. Çünkü kendileri gibi düşünürler erkekleri, ''acaba gerçekten mi soruyor bu soruyu yoksa beni mi deniyor'' düşünceleri gezer kafalarında. Halbuki hiçbir erkek bunu yapmayı bilmez.
Yanlış anlaşılmasın kadın-erkek ilişkileri değil konum. Sadece bazı sorular ve bazı cevaplar hakkında... Tabi insanlar üstüne alınmasın. Her insan aynı şeyi yapar demiyorum. Ama dünya böyle dönmekte...

Eğer aklınızda sorular varsa sorun insanlara. Sözlerle olmasa bile hareketlerinden anlarsınız cevabını. Cevap vermekten kormayın, doğru cevaplar her zaman güzel olandır.
Ben bir öğütçü değilim. Kimine göre öğüt verecek yaşta bile değilim ama bir de bunu deneyin derim. Hayata 17 yaşından bakmaya çalışın ya da benim gibi... Hayat sorularla güzeldir, cevapları bulduğunda mutluluğu yakaladığın için...

2010-08-27

Cips Paketinin Kaderi...

Rüzgarlı ve bir o kadar da bulutlu bir gündü. Sevgili bir çift hiçbir şeye aldırmadan mavi paketli cipslerini yiyerek ilerliyordu. Oğlan cipsi kıza uzatıyor, gülüşüyorlardı. En sonunda cips bitti ve etrafında çöpü göremeyen oğlan cipsi kaldırımın kenarına bıraktı. Sevgililer yoluna devam etti, az önce hayatlarından çıkan cips paketi onlar için tek değişikliğe sebep oldu, karınları biraz olsun toktu...

Birkaç dakika sonra küçük bir çocuk geldi paketin yanına. Ayağıyla vurdu. Önüne geldikçe paket tekrar vurdu. Paket havalandı, tekrar yere düştü. Bu birkaç kez tekrarlandı. Çocuk vurdukça, az önce oyundan atılmasının sinirini çıkarıyordu. Paket yola çıktı, karşı kaldırıma geçti ve çocuk paketi bıraktı. Paket çocuğun hayatında tek bir değişikliğe sebep oldu, bazen sinirini dışarı atmanın yolu şiddettir...

Paket arabalara çarparak, rüzgarla sürüklenerek sokak sokak dolaştı. Havalandı, yükseldi. Paket hayatında bu kadar havada durduğunu görmemişti. Özgürce rüzgarın hakimiyetiyle uçtu. Özgürlüğü bir cam kenarında son buldu. bir apartmanın üçüncü katında bir ailenin penceresinde takıldı. Evin genç üyesi paketi gördü, güldü. Hayatında bir ilk yaşıyordu. Tanımadığı bir cips paketi üçüncü katta ona rastlamıştı. Pencereyi açtı, eliyle ittirdi. Paket başka pencerelere, sokaklara, araba altlarına, kaldırımlara doğru yola çıktı. Genç, hayatın küçük tesadüflerle ve kaderin kendince oyunlarıyla dolu olduğunu gördü ve bir hikaye yazdı. Hikaye şöyle başlıyordu:
Rüzgarlı ve bir o kadar da bulutlu bir gündü...

2010-08-13

Sinek Kızı ve Kupa Valesi

Eski blogumda birilerinin hikayesini yazmıştım. Bir kaç saniye önce bir an bu hikaye tekrardan canlandı gözümde. Tekrar yazayım dedim. Anılara saygılarla... 4 Mart'tan...

Gözleri unutmuş gibi bakıyordu

Bir zamanlar aşık olduğum o kız.

Unutmalarının içinde bir adam vardı.

Belli ki aşık olmuştu ona..

Adamsa başka yerlerde başka güzellere yalanlar anlatıyordu.

Biri de oydu bir zamanlar,

Aşık olduğum o kız...

Küçük bir oyundu yaşadıkları,

Yine o kadar küçük bir dünyada kuruluydu aşkları.

Ama kız büyük olduğunu sanıyordu,

En az geçmişinden büyük.

Oysa geçmişinde hiçbir şey yaşamamıştı.

Her şey yarımdı,

En az şimdiki kadar...

Ve o en büyük aptalıydı bu şehrin.

Gözlerine oturmuş bir yalancı dalgınlıklarda...

Bir kız seviyordu onu.

Ama o yalanlarıyla kurduğu küçük dünyasında onu farketmemişti.

Gözleri dalgın en büyük aptaldı.

Bu şehrin en güzel kızı onu düşünüyordu ama o hala uykudaydı...

En az onun kadar aptaldı kızda.

Gözlerinde yarım kalmışlığın görüntüleri.

Bir oğlan seviyordu onu.

Ama o bahanelerle kurduğu minik aşk dünyasında,

Bırakıp gitmişti yarı yolda.

Gözlerinde hafif yalnızlık daha büyük bir aptaldı.

Bu şehrin en aşık oğlanı onu düşünüyordu ama o hala yalanlardaydı...

Onlar bilmesede bu hikaye hep böyle kalacak...

2010-08-02

İnsomnia Hissederken Kendini...

Bazı geceler dönüp dururum yatağımda. Uyku bekle bekle gelmez. Bunalarım, sıkılırım. Gözümü kaparım uymayı düşünürüm. Tutmaz, gelmez bir türlü uyku. Öyle ki artık çarşaf bedenime yapışmaya hatta dolanmaya başlar. Terleme gelir. Tekrar gözlerimi kapatırım ama olmaz işte. Televizyon izlerim, müzik dinlerim. Bir şeyler düşünmeye çalışırım. Günümü, geçmişimi, yapacaklarımı. Onlar daha çok ayık tutar beni. Derken hayaller gelir o arada dalar giderim. Ama dalana kadar en büyük derttir uyku. Bazı geceler uykudan nefret ederim...

Bazen uymak istemem. Sabahlamak ve güneşin o günkü doğuşunu izlemek isterim. Film izlerim bundan önce. Kitap okur, müzik dinlerim. Ama uyku aklımdan çıkmaz. Beklerken sabahı dalar giderim anında. İşte o günler de sinir olurum...

Ama bazı geceler şansım yaver gider. Şanslı olmayan birine göre gerçekten harika bir duygu inanın. İşte o şanslı olduğum geceler yastığa koyduğum anda başımı uyurum. Günün yorgunluğu üstümden akar, yatakta kaybolur gider. O geceler rüyalarımı hatırlayabilirim. Sabah kalktığımda şanslı olduğumu düşünmem ama rahat olurum. Zaten kim uyku konusunda şanslı hissederki kendini...

Bazı geceleri sabaha katarım. Uyumam. Uyanık kalmayı başardığım zaman güneşin doğuşunu zevkle izlerim. Dışarıda yeni yeni uyanan kuşlar, işe giden insanlar, spor yapanlar... Onlarla beraber şahit olurum güneşin doğuşuna. (Tamam abartmayalım güneş her gün doğuyor ama güzel işte...)

Tıpkı bu gece gibi şanslı hissederim işte bazen kendimi. Güneşin doğuşunu izlemeye dakikalar kala sırf bunun adına evde tek başıma sırıtıyorum öylece. Aşağıda sabahın habercisi horoz ötüp duruyor, sevincime ortak olur gibi... (Bazen erken öter. Gece 3 gibi. Öldüresim gelir ama bugün mutluyum...)

1 Hafta daha yokum buralarda. İstanbul beni bekler. Döndüğümde hayalet okurlarımla görüşmek üzere...

2010-07-16

Hayatımın Fon Müziğiydi Abim...

Benim gibi 17 yaşında olanlar 90'lı yıllara ait şarkılara aşinadır az da olsa. Ne bileyim bir Oasis olsun ya da o Shakira'nın küçüklüğü ya da Britney'in kendini bakire diye tanıttığı zamanlar... Aldığımız ilk bilgisayar 1998 yılında girmişti evimize ve "Windows 95" yüklüydü. Yeni nesil bilmez. (Sanki 50 yaşına geldim de yeni nesilden bahsediyorum. Neyse hoşuma gidiyor...) O zamanlar bir şarkıyı korsan indirmek öyle 3-5 dakikalık bir şey değildi tabi. Genelde abim indirirdi ve bazen geceleri bilgisayarın önünde uyuduğunu bilirim. İlk dinlediğim müzikler genelde bu sayede yerleşti hafızama. Metallica, Shakira, Haluk Levent, (gerçi biz Haluk Levent'in hep kasetini alırdık.), Red Hot Chili Peppers gibi müzisyen kişiler ve gruplar korsan internetin en büyük nimetleriydi ve abim sayesinde tabi...

Milenyuma yaklaşırken "Windows 98" girdi hayatıma. Yeni oyunlar, yeni arama motorları... Tabi o zamanlar abim il dışında okuyordu ve bilgisayar ingilizce olunca elimdeki şarkılarla yetinmeye çalışıyordum. Abim eve geldiğinde yeni kasetler getiriyor ve dinletiyordu. Büyük ihtimalle hayatımın her safhasında onu kahramanım gibi gördüğüm için şarkıları her zaman zevkle dinliyordum. Hiç unutmam abim Haluk Levent hayranıydı ve çoğu kez onu dinlerdik, arabada, walkman'de ya da müzik setlerinde. Metallica'nın "Black Album"ünü abimin arkadaşından doldurduğu kasetle tanıdım. Aslında Metallica'yı da öyle tanıdım. Bryan Adams, Queen gibi efsanelerde doldurma kasetlerle girdi hayatıma.

Tabi yıllar geçti zamanla ingilizcemiz gelişti ve teknoloji tabiki. 2003 yılında ikinci bilgisayarımız girdi eve. En son oyunları yükleyebiliyor ve çok büyük zevkle oynuyorduk. O zamanlar abimle aynı şehirde olmam bilgisayarımın gelimesinde yardımcı olmuştu. Daha fazla müzik daha fazla oyun. Hani üzümünü ye bağını sorma atasözü var ya, o misal benimki de nerden geldiğini bilmeden kullanırdım her şeyi. 1-2 sene sonra başka bir şehre gittiğimizde artık bilgisayarım ve ingilizcem, çocukluk döneminin bitişiyle oturaklı ve güzel bir hal almıştı. Kendi arama motorlarımı bulup her şeyi kendim indiriyordum artık. Tabi o zaman bile bir şarkı yaklaşık yarım saat sürebiliyordu. Arada orjinal albüm almak aklıma bile gelmiyordu. Kapitalist dünyadan olsa gerek bedava çok cazip geliyordu.

Şimdi yıllar geçti. 17 yaşına geldim. Geldim gelmesine de hala indiririm motorlardan. Arada orjinal oyun ya da film alırım. Ama artık orjinal albüm almaya başlasam iyi olacak. Gerçi orjinal orjinal diyorum da o bile Türkçeye başka dilden gelmiş. Tamam özgün diyeyim bundan sonra.

Şimdi "What If God Was One Of Us" çalıyor. Çocukluğuma döndüm bir an. Üç gün sonra yola çıkıyorum. Doldurma kasetlerden birini takayım giderken. Eskiden abim doldurdu doldurmasına da pek dinlemez artık. Bayrak bize devredildi. Yine de burdan Metallica'ya, Shakira'ya, Haluk Levent'e, Bryan Adams'a, Queen'e ve diğerlerine sesleniyorum abim olmasaydı siz yoktunuz bile...

Hadi ben yeni indirdiğim müziklerimi dinleyeceğim...

2010-07-04

2 Temmuzdan Kalma Bir An

Hayatımıza dair bazı görüntüler vardır, sadece kendimize özel olduğunu düşündüğümüz. Güneşin batışı, dalgaların kıyıya vurması, kumda yürürken ayağınızda hissettiğiniz yumuşaklık... Buna benzeyen daha milyonlarca görüntü, his, duyu...

Bugün öyle bir görüntü yakaladım ki sevdiklerimi yanımda istedim. Arkadaşlarımı, dostlarımı, eski aşklarımı. Güneş denize vuruyordu. İnsanların gülüşleri çok netti. Herkes dertlerini suda boğuyormuş gibi neşeliydi. Kumsalda müzik dinleyerek uzanmıştım. Güneşi çok sevmeme rağmen gölgedeydim. Ufka doğru döndüm. İki farklı mavi tonun buluşması, hoştu. Her zamankinden güzel. "Aşık mı oldum acaba?" diye sordum kendime. Güldüm sonra. Nasıl olabilirdim ki bir anda. Saçma geldi bu soru. Bırakmak istemiyordum bu anı. Zamanı durdurup bir ömür bu görüntüyü izlemek istedim. Sonra olduğum yerde uyuyakaldım. Harika bir rüya gördüm. Heyecanla uyandım. Birilerine anlatmak istiyordum. İşte o an etrafıma baktım. Arkadaşlarıma, dostlarıma, eski aşklarıma. Kimseyi bulamadım. Oysa rüyam çok değerliydi. Hayal kırıklıkları arasında unuttum onu da...

Anladım ki insanlar dertleri uğruna değerlerini kaybedebiliyor. Bu yüzdendir o gün hayal kırıklıklarımı hırslarımla ufka kadar fırlatmak ve boğulmalarını düşünmek istedim...

2010-06-19

Sessizce Özledim

Hani hayatı her yönden farklı gördüğünüz, içinizde bir sürü canlının tepiştiğini hissettiğiniz, bacaklarınızın çözülme sıklığı yaşadığı, gözlerinizin gökkuşağı renginde olduğunu sandığınız, heyecan ve adrenalinden fazlaca terlediğiniz, dönüp arkaya baktığınızda çılgınca şeyleri nasıl yaptığınızı düşündüğünüz, kendinizi en en en özel hissetiğiniz, kalbinizin aynı anda aynı ritimle attığını sandığınız, en güzel şarkılarda onu hissedebildiğiniz, güldüğünde mutluluktan öldüğünüz, ağladığında üzüntünün dibine vurduğunuz, hep onunla olacağınızı sandığınız anlar vardır ya, herkes aşk adını verir ona.

İşte o anları özledim... Özlediğimi hissettim...

2010-06-18

Tam Tadındaydı Hayat...

Dost sohbetleri vazgeçilmezimdir. Hatta rahatlatıcıdır her zaman... Geçen gün otobüs yolculuklarına ettiğim sitemler yüzünden sistem beni geri dönüş yolunda cezalandırdı. Müzik dinleyemedim. Işık bozuktu, kitap okuyamadım. Telefonum kapandı, mesaj atamadım, kimseyi arayamadım. Çok sıcaktı, bunaldım. Ama sistemin siniri yavaş yavaş geçmeye başlamış olacak ki telefonum düzeldi. Müzik dinleyebiliyordum. O anda kitap okumasam da olurdu. Uzaktaki bir dostuma mesaj attım. Konuşmaya başladık. Nasıl olduğunu sordum...

Uzaktaki bir sevdiğiyle iletişime geçtiği zaman insan, aradaki mesafe pek işlemiyor. Yüzlerce kilometre ötede bile olsa bir konuşma, bir sohbet, ne kadar sevmediğim bir yöntem de olsa (mesajlaşmak) insanı sıkıntıdan kurtarabilmeye yetiyor.

O arkadaşım da beni rahatlatacağını bilmeden "Ne yapıyorsun?" dedi. Nerden başlayacağımı bilemedim. O kadar çok şey birikmişti ki cümle cümle kusmak istiyordum. Başladım. "Müzik dinleyerek yolu izliyorum ya :) bu gece maç var onu düşünüyorum. Bir de diyorum ki eve gidince bilgisayarda oyun oynayım. Yan koltuklarda bir sevgili çift var, güzel güzel konuşuyorlar, gerçi duymuyorum ama mutlular be, kıskandım biraz. Yanımdaki amca uyudu ve biraz horluyor galiba. Az önce muavin abi servis yaptı. Kola istedim. Şansıma kola ilk ben de açıldı, mutlu oldum ya... Az önce ay vardı tepemde şimdi nerede göremiyorum. Bir bakayım... Heh buldum hafif aşağı kaymış. Muhtemelen yanında gördüğüm yıldız da senin yıldızın... Güzel şimdilik yolculuk. Zaten severim yolculukları..." dedim. Ama bilmiyordum o sırada o kişinin şarjının bittiğini. İletilmedi mesaj. Ben yolculuğumu bitirdim. Eve geldim. Cevap geldi. "Selam çaksaydın benim yıldıza" diye. Çoktan biten bir yolculuğun ardından bir de balkonda yıldızı aradım. Selam söyledim. "Sen bunu yazacak mısın?" dedi. "Seni mi kıracağım yazarım" dedim. "İkinci kez Ollleeey!!" dedi. İkinci kez bilmeden mutlu etmiştim. Sevindim.
Bazen içinden çıkılmaz bir hal alsa da olaylar, bitiyor işte. Azıcık zaman katarsak kolay atlatmak...
He bu arada, dostumun yıldızının selamı var herkese. Baktım da hala göz kırpıyor...

2010-06-16

Kağıt Parçalarından Anılar

Otobüs yolculuklarında sıkıntıdan patladığınız olmuştur zaman zaman, ne yapacağını şaşırıp saçma sapan işlere kalkıştığınız. Bir de o yolculuklara kavurucu sıcak ve yalnızlık da eklenirse değme keyfine. İşte o derece sıkıcı bazen. Kitap okusan okunmaz, müzik dinlesen bir yere kadar. Zaten televizyonu açarlarsa saçma sapan kadın programları ya da ipe sapa gelmez diziler... Bazen açmıyorlar zaten...

Her yolculuk yeni bir heyecandır. Her bilet yeni bir anı yazacağın araçtır. Bilindik yerlere de gitsen her gidişin gibi olmayacağını bilirsin. Zaten gideceğin yeri daha önce çok görmediysen ya da hiç görmediğin bir yerse, işte asıl heyecan o zaman dolaşır insanın vücudunda. Cidden nelerin beklediğini bilmediğin anlar, her zamankinden farklı yeni yolculuklar, hayatının geri kalan kısmında o anlara bakıp gülümseyeceğin anları başlatacak olan zamanlar...

Kağıt parçası diye geçmeyin her biri bilmem kaç yüz sayfalık yeni hikayeler, otobüs biletleri. Sadece otobüsle sınırlamayalım. Her şeyin biletini sayabilirsiniz. Sadece bugün yaptığım otobüs yolculuğundan örnek verdim. Bir de değmeyin keyfime. Çok sıcak buralar... Her yer sıcak bu aralar...

2010-06-15

İsmini Unuttuğumuz Duygular

Her gün geçtiğim sokakların ismine hiç bakmadığımı farkettim geçen gün. Üç yıldır geçtiğim, çoğu şeyi yaşadığım sokağın ismini bilmiyorum, yani bir zamanlar bilmiyordum. Geçen gün şans eseri gözüm takıldı. Uzun süre baktım. Baktım bakmasına ama galiba unuttum yine. Kafamdan bir sürü sokak ismi geçiyor şu an. Seçemedim.

Gerçekten hayatımızın büyük bölümü bazen boş geçiyormuş gibi geliyor bana. Belki de hayata on yedi yaşından baktığım için böyle. Bazen de düşünüyor insan, her şeyi yaşadığın yerlere ait sadece görüntüler var. İsmini falan hatırlamıyorsun. Ne kötü...

Bazen gerçekten sözcükler yetemez bir şeyi anlatabilmek için. En azından o her şeyi yaşadığım, anlamsız görünen sokağı anlatabilmek için cümlerin yeteceğini zannetmiyorum. En azından ben ne kadar anlatırsam anlatayım herkesin aklında o sokağın farklı şekilleneceğini biliyorum. Düşünüyorum da belki de biz insanların en büyük sorunu karşımızdakinin sözlerine farklı yorumlar getirmek... Bu yüzden tüm kavgalar, öfkeler...

Bazen duygularımızı anlatacak olan kelimeler o kadar sessiz kalır ki o sessizliğe dolar gözlerimiz. Kurşunumsu göz yaşlarıdır onlar. Genelde gözüne fazlaca yüklenirler, yakarlar, göz bebeğin kayboluncaya kadar kızarmasına sebep olurlar. Çünkü onlar en ağırlarıdır. Kendi duyguların içinde bağırıp çağırışırken, kelimelerle sessizliğe uğraması... Her insana ağır gelir galiba...

Şimdi içimde duygular bağırıp çağırırken o adına uzunca baktığım ama hala bilemediğim sokakta yürümek istiyorum. Bir de oralarda bir şeyler yazıp sessizce ağlamak... Ama saate baktım da yeni güne girmeye az kaldı. Eğer o sokağa gidersem şimdi, saat on ikiyi gösterdiğinde, sokağın adını öğrendiğim için artık "o" sokak olmayacak orası, her zaman gördüğüm sokaklar kadar boş ve ıssız kalacak, duygularım kilit taşlarına, yazdığım kelimeler kağıttan akıp toza, beyaz kağıt sokak lambasına, göz yaşlarım yere düşerek çakıl taşlarına dönüşecek. Ve büyük ihtimalle ben hepsiyle birlikte küçük bir ağaç olacağım, sıradan bir sokakta, kilit taşlarının arasında, tozlu şekilde, bir sokak lambasının altında, yanında çakıl taşlarıyla. İnsanlar her gün yanımdan geçecek ama ismimi bilemeyecekler. Yine de ben orada olacağım...
Hala buradayım işte.
Az kaldı o yeni güne.
Ve 3, 2, 1...

2010-06-12

Gibi Gibi Hayat

Dağınık eşyalarımı toplamak istediğimde içlerinden biri kaybediyorum. Düzeltmek isterken iyice berbat etmek... Bu duygunun iğrençliğini anlatamam. Kime, ne için kızacağını bilemez insan. Kendine söver durur. O öfkeyle bulduğunda elbet sevinir ama içinde bir sinir hala kaplanmış kalır, hüzünlerin yanında.

Bir çorabın tekini bulamamak gibi hayat. Kaybolan tekini bulduğunda diğer tekini kaybetmek. Sonra diğer tekinin yerine başka bir çorap giyerek, uyumsuzluğu göstere göstere gezmek gibi hayat. Giydikten sonra bulduğun diğer teki giyememek ve uyumsuzluğa alışmış olmak gibi hayat. Kısa süreler için de olsa aynı çorapları giyebilmenin mutluluğunu yaşamak gibi hayat...

2010-06-11

Kiraz Çekirdeğinden Yolculuklar

Çocukluk anlarını özler insan. Gençliğinde olsun, yaşlılığında olsun, hayatının en rahat günlerini, çocukluğunu özler. Yaş ilerledikçe, hayatın içine daha çok girdikçe insan buralardan çıkıp çocukluğuna dönmek istiyor...

Bazen o kadar çok istiyorumki tek derdimin tuvaletim olduğu zamanları. Halbuki o zamanlar dünyanın en dertli insanının ben olduğuma inanırdım. Sabah erkenden kalk kreşe git. Kahvaltı yap. Tabi annenin seni giydirmesi var bunlardan önce. Sonra öğlen uykusu. Günün sonunda servisle eve dönmek... Şimdi bakınca güzel geliyor tabi. O zamanlar ne zulümdü ama...

Babam her zaman "İnsan ne kadar fiziğinde yaşlanırsa yaşlansın eğer ruhunu genç hissediyorsan gençsin demektir. Oğlum sen hep ruhunun tarafında olan ol." der. Gerçekten inanıyorum bu sözlere. Babam söylediği için değil. Gerçekten doğru söylediği için. Ama babalar hep bilir değil mi en iyisini? Çocukken ilk kez iki tekerli bisiklete bindiğinizde koltuğunuzdan tutup kendi güveninizi geliştirmenize yardımcı olan, sizi küçükken "kötü adam" diye tabir ettiğiniz insanlardan hayatı pahasına koruyanlarda onlar değil mi? İnanmak lazım bazen...

Bir de hayatınızda o huysuz ve tatlı kadınlar vardır. Anneler... O kadar çok iyiliğinizi düşünürler ki bazen fazla ilgiden bunalan ünlülere benzetirsiniz kendinizi. Ama çocukken altına yaptığınızda çekenler hep onlar olmuştur, sizi en güzel şarkılarla uyutan, en güzel sevgi sözcükleriyle uyandıran da onlar. Ağladığınızda, canınız bir şey çektiğinde, acıktığınızda, mutsuz olduğunuzda yanınıza ilk koşan da onlar değil miydi?

Bazen o anlara gidebiliyor insan. İşte o çocukluk anları, gökkuşağının altından geçebileceğimize inandığımız zamanlar. Yarın ne yapacağınızı, ertesi güne belki haftaya, hayata dair neler hazırlamanız gerektiğini düşünmediğiniz zamanlar...
Hani şu kirazların çöpünü bir tabağa biriktiririz ya, o tabak dolduğunda hiç kokladığınız oldu mu? İşte o koku beni her zaman çocukluğuma kısa bir yolculuğa çıkartır. O kokudan aldığım mutluluğu anlatamam. Ayrı bir kokudur. Her şeyden farklıdır. Bir anne kokusu kadar benimsediğiniz bir kokudur. En azından benim için öyle bir koku. İşte bütün bunları düşünmeme neden olan koku...

Şimdi büyümekteyiz ya, en çokta o koyuyor bana. Sorumluluklar artıyor. Her sabah uyandığında seni giydiren biri olmuyor. Ağlamalar daha sessiz oluyor, acılarınızda öyle. Ancak kulaklıkla en güzel şarkıları dinleyerek uyuyabilirsin ama hiç biri annelerin söylediği gibi içten ve sana ait olamazlar. Bir şeyi kendin öğrenmek zorundasın. Bu sefer koltuğundan tutan biri olmaz arkanda. Ertesi gün yapacaklarının planını yapmalısın hatta bir ayının bile.

Ama her şeye rağmen çocukluktan arta kalanlarıda görebilirsin. O zamanlara dair anılarını hatırlayıp mutlu olabilirsin. Evet, annen veya baban yine aynı şeyleri yapmayacaklar ama yine de her zaman yanınızda olacak yegane insanlar onlar. Annen yine aç kalmaman için uğraşacak, okul üniformanı, günlük kıyafetlerini ütüleyecek ve gizli kahramanlar gibi dolabına düzenlice yerleştirecek. Baban koltuğundan tutamasa da sımsıkı tutacak bileklerinden, sırtını okşayacak, sana hayata dair en güzel öğütleri verecek. Yaşamını en değerli ve iyi şekilde yaşaman için ellerinden geleni yapacak. Seni koşulsuzca seven onlar olacak her zaman. Annen hayatınızda sizi her haliyse seven ve beğenen tek insan olacak, "bak şu benim oğluma/kızıma ne kadar yakışıklı/ güzel, maaşallah" diyecek. Siz mutlu olacaksınız, gülümseyeceksiniz ama yine de "öf anneee, hadi bırak şu yanaklarımı" diyeceksiniz.

Hadi ben babamla anneme sarılmaya gidiyorum, bir de kiraz yiyip çekirdeklerini koklayacağım, biraz yolculuk yapasım var da...

2010-06-10

Bir Anlık Yaşamak...

Her sabah uyku aktığında gözlerinizden ne hissederseniz, gününüzün öyle geçeceğini düşünürsünüz. Aslında hiçbir zaman öyle olmaz. Uyandığınız gün öyle bir hikayenin başlagıcıdır ki her zamankinden farklıdır. Siz ne kadar her gün aynı şeyleri yaptığınızı düşünseniz de her gününüz bir daha tekarlanmayacak kadar değerlidir.

Düşünsenize sabah kalkıyorsunuz, gökyüzü masmavi gülümsüyor size. Yaz ayları kendini hissettirmeye başlamış hafiften. Camı açıyorsunuz dışarıda o yazın tarif edilemez kokusu ve biraz da İğde kokuları geliyor burnunuza. Çektikçe çekiyorsunuz içinize. Oturup kahvaltı yaparken bugün neler olacağını düşünüyorsunuz. Önünüzde sizi nelerin beklediğini bilmediğiniz bir gün var. Heyecanlı değil mi? Eğer böyle düşünmüyorsanız aklınızda küçük küçük birikmiş bir sürü dert vardır belki de. Olabilir. Ama bütün hayatınızı dertli geçirecek değilsiniz. Arada bardağın dolu kısmı hakkında yorumlar yapabilirsiniz hayatınıza.

İnsanları istemeden kırmayı o kadar güzel başarabiliyorum ki bazen o hatayı telafi etmek bile isteyemiyorum. Üzüyorum, üzülüyorum. Kimsenin mükemmel olmadığını biliyorum. Ama bazen en kötüsü olduğumu düşüyorum. Bir anlık sinir, öfke, istem dışı hareketleri, konuşmaları doğuruyor ve tabiki küçük şeylerden birbirimizi kırmayı. Sonra her şey "Nasılsın?" yazan bir mesajla değişiyor. İşte bunların dışında her zaman güzel geçer günleriniz. Tabi bunun dışında çok şey vardır ama bugünlük kendi günümden bir örnek vereyim dedim.

Yine iğde ve o tanımlanamayan yaz kokusu sarmış odamı. Camı kapatayım mı kapatmayım mı bilmiyorum. Her zaman pencerem açık uyurum. Sabah gökyüzünün "Günaydın Mavisi"ni duyabilmek için... Şimdi uykum yok ama yatmak istiyorum. Yarın nelerin beklediğini bilmediğim, heyecanlı bir gün beni bekliyor...

2010-06-09

Yağmurluydu ve Solgundu Dünya

Bazı zamanlar olur ki kendinizi hiçbir yere yakıştıramazsınız. Nereye gitseniz bir adım dışarda olduğunuzu hissedersiniz. Herkes bir şeylerden bahseder, konuşur, güler, farklı tepkiler verir. Ama siz o tepkileri takip edersiniz sadece. Sonra kafanızı dağıtmak için başka yerlere gidersiniz. Aynı uyuşmazlığı orda da hissedersiniz. İçiniz içten içe sıkkındır. Güzellikleri görmeyi bırakın, uğraşmazsınız bile...

O anları bazen yaşabiliyorum, az da olsa. Yaşadıysanız bilirsiniz. Çok yorgun olursunuz. Her şey kafanızı meşgul eder. İnsanların sözünü anlamaz, konuştukları şeyler ses dalgaları halinde vücunuzda kısa süre titreşimler halinde dağılır, anlamsızlaşır. Aslında anlamsızlaşmasından daha öte anlamak istemediğimiz içindir...

Geçen gün bir binanın en üst katındaki cafede (bu söze bir an önce Türkçe bir isim bulunmalı) arkadaşlarımla otururken, yine bu yakıştıramamazlık ile. İçeceklerin yanında gelen küçük şemsiyelerden birine takıldı gözlerim. Kürdana benzeyen sapından ayrılmış halde masanın üstünde duruyordu. Maviydi. Üstünde küçük anlamadığım, anlamaya da uğraşmadığım ilginç desenleri vardı. Elime aldım. Oturduğum yerden yukarı doğru kaldırıp bıraktım. O kadar güzel süzülüp indi ki bacağıma, onu daha uzun süre izlemek istediğimi farkettim. Binadan aşağı doğru baktım. Elimi balkondan çıkarıp mavi, sapsız şemsiyeyi bıraktım. Çok yavaş ve hoş bir şekilde süzülüyor, hatta bazen havada sabit kalıyordu. İzledikçe izledim. Hemen yanımdakilere söyledim. "Hey, bakın bakın ne kadar güzel gidiyor."

Bir şey farkettim, süzülürken o küçük şemsiye. Gülümsüyordum. Kendimi ait hissetmediğim yerde o küçük şey beni anlamadığım şekilde gülümsetti. O andan sonra tüm gün gülümsedim. Küçük şeyler bilmediğimiz çok büyük şeyleri değiştirebilir. O şeylerin ne olduğunu sormayın. İstediğiniz kelimeyi yerleştirin...

He o şemsiyeye ne oldu diye soracaksınız. Yavaş yavaş süzülürken bir damla düştü üstüne. Ardından iki tane daha. Sonra arttıkça arttı. Bütün şehir ıslanmaya başladı. Şemsiye kaldırıma bıraktı kendini. Orada ıslandı. Ayaklar altında ezildi. O binadan arkadaşlarımla çıkarken bir kez daha gördüm. Gülümsedim. Kimseye ait olmayan o ana en içten şekilde gülümsedim. Kimse anlamadı. Gülümsemelerim insanların gözlerine anlamsızca dağıldı. Bir de şemsiye yerden göz kırparcasına bakıyordu. Sanki "aldırma hiçbir şeye" der gibi...

2010-06-07

Sandığın Dışından Saygılar...

Bazen hayatlarımız karikatür gibi olur ya, dersin ki "ulan çizebilsem şu anı ne komedi olurdu." falan. Kendi hayatımı çizemesem de kendi hayatını çizen birini tanıyorum. Ersin Karabulut...
Uzun süredir var aslında Ersin Karabulut hayranlığım. Hani bazı hikayeler olur ya da filmler, orda kendinizi bulursunuz, "anaaa ben lan, valla ben bu" dersiniz içinizden. İşte ben Ersin abinin köşesinde o kadar çok buluyorum ki kendimi bazen, şaşırıyorum. Adam bizden büyük ama demek ki her insanda olabiliyor böyle benzerlikler. Bazen imreniyorum aslında, çizimine. Ama her zaman beğenim daha ağır basıyor...

Öyle çizim yeteneğimin olmasını isterdim. Hele ki Penguen'de, Uykusuz'da falan "sandık içi" tarzında bir köşem olmasını... İşte o zaman "Aym king of dı vörld" diyebilirdim...
Şimdi anlatacaklarımı insanlar okuyup geçecek. Ersin Karabulut'u tanımayanlar Gugıl'a yazacaklar bir bakıp dünyevi dertlere geri dönecekler. Okuyan başkaları olsa... Gerçi büyük ihtimalle okuyanlar yakınımda olacak ama, olur ya bir umut Ersin abi okur. İşte o zaman "Aym dı hepiist men of dı vörld" diyebilirim.
Beni hiç tanımayan Ersin abime, sanal alemin köşelerinden, on yedi yaşında bir ergenden saygılar...

2010-06-06

Hayata Dair Küçük Bir Oyun

Eternally Us... Böyleydi ismi oyunun... Başta ne bu dedim. Grafikleri falan kötü. Ama bir derginin yeni sayısında bedava sürümü verilmişti. Yükledim, açtım oyunu. Oyun bir parkta başlıyordu. Senin yönettiğin Amber adında bir kız var. Parkta, yanında arkadaşı var. Adı Fiorina gibi bir şeydi. Ama kısaca Fio diyordu ona, Amber.

Fio mevsimin yaza doğru yaklaşmasından, parkın güzelliğinden bahsederken bir anda hayatta bilmemiz gereken bazı doğruların olduğunu söylüyor Amber'a. Amber bir anda şaşırıyor. Ne demek istediğini anlamıyor ve soruyor bunu. O anda Fio, Amber'ın bir şeyleri bilmesini gerektiğini söylüyor ve bir kapı açılıyor. Kapıdan ölmüş bir insan giriyor. Zamandan bahsetmeye başlıyor. O sırada Fio ortadan kayboluyor. Amber'da Fio'yu bulmak için az önce ölmüş insanın geldiği kapıdan geçiyor. Bir anda kendini bir binanın çatısında buluyor. Yağmurlu bir akşam... Hani şu filmlerde büyük binaların tepelerinde gördüğümüz, ilginç yaratıklara benzeyen heykeller olur ya, işte öyle heykeller var üç tane. Konuşmaya başlıyorlar, öfkeden, zamandan, sıkıntılardan bir de bilemediğimiz gerçeklerden...

Binanın üstünde kilitli bir kutu var, biraz gerisinde bir levye. Kutunun ilerisinde kilitli bir kapı. Amber sinirle kutuyu kırıyor ancak kutu boş. Bir anda kırdığı kutu gidiyor yerine başka bir kutu geliyor. Onu da kırıyor, o da boş. Sonuncusunun kilidi açık oluyor ve içinden bir anahtar çıkıyor. Anahtarla bir kapı açıyor. Kapı bir bataklığa gidiyor. Her yanda hafif büyük ağaçlar ve biraz da sis var. İskele gibi bir şeyden, ileri gidebilmek için başka seçeneğinin olmadığını düşünüp atlıyor bataklığa. Bataklıkta yavaş yavaş ilerlerken birden ilerlemesi kesiliyor. Yürüyemiyor. Suyun içinden bir ağacın kökü çıkıyor ve Amber onu çekiştiriyor. En sonunda kökün sahibi ağaç uyanıyor. Amber ağaçtan yardım istiyor, Fio'yu bulabilmek için. Ağaç bunu yapamayacağını söylüyor. O sırada başka bir ağaç kökü çıkıyor bataklıktan. Amber onu da çekiştiriyor ve başka bir ağaç uyanıyor. İkisinden yardım istiyor. Fio'yu bulmak için nereye gideceğini soruyor ama ağaçlar Fio'nun yanına gidebilmek için ayaklarının yetmeyeceğini söylüyor. Amber yardımı defalarca istemeye başlıyor. Ancak ağaçlardan sadece öğütler geliyor. Zamana bırakmasını istiyorlar. Ancak zamana bırakabilirse Fio'yu bulabileceğini anlatıyorlar. Amber ne kadar süreceğini soruyor. Ağaçlar belki bir gün daha belki bir hafta belki bir yıl belki de bir ömür bekleyeceğini söylüyor. Cevaplardan tatmin olmayan Amber yalvarmaya başlıyor. Ancak ağaçlar susuyor. En sonunda Amber bataklığa batıyor. İndikçe iniyor aşağı. Birden karlı, soğuk bir yere düşüyor. Orada başta parka gelen ölü insan bekliyor Amber'ı. Ölü adam, Amber'a en sonunda buralara geldiğini ve artık Fio'yu aramaması gerektiğini söylüyor. Fio'nun onlarla mutlu olduğunu söylüyor. Amber nedenini soruyor, Fio'yu almasının nedenini. Ölü adam sadece buna mecbur olduğunu söylüyor...

Ölü adam büyük demir bir kapıdan geçiyor ve gidiyor. Kapı kapanıyor ve kilitleniyor. Amber kapının nasıl açılacağını bulmaya çalışıyor. Bulunduğu yerde kilitli bir sandık, bir elinde gaz lambası olan diğer eliyse boş olan bir heykel, demir kapının iki yanına asılmış gaz lambaları var. Amber etrafı incelerken karlar arasından bir şeyler parlamaya başlıyor gözüne. Üç adet parlak nesne... Her biri gaz lambası için gerekli yakıtlar. Amber onları alıyor. Üç lambayı da yakıyor. Hepsi yandıktan sonra yere bir anahtar düşüyor. Anahtarı alıyor. Sandığı açıyor. Sandıktan taştan yapılmış ve çok soğuk bir kalp buluyor. Kalbi heykelin boş olan eline koyuyor ve kapı bir anda açılıyor. Amber kapıdan geçiyor ve kendini bir ormanda buluyor.

Ormanda sonbahar havası var. Her yere yapraklar dökülmüş, sararmış yaprakları olan bir sürü ağaç var. Hafiften bir güneş geçiyor ağaçların arasında. Orada bir kuyu, bir üzüm ağacı, bir mezar taşı, mezar taşının üzerine bırakılmış pembe bir gül, mezarın ilerisinde büyük bir ağaç, ağacın dalında bir kestane ve bir sincap var. O ağacın tam karşısında duran ağacın dalında ise bir kova. Amber üzüm ağacından bir salkım üzüm koparıyor ve aşağıdan sincaba doğru tutuyor. Bir kaç defa aynı şeyi yaptıktan sonra sincap daldaki kestaneyi yere düşürüyor, tam mezar taşının yanına. Amber ağaç dalındaki kovayı alıyor ve kuyuya atıyor. Sonra kuyudan su çıkarıyor ve kestanenin olduğu yere atıyor. Bir anda kestane ağacı büyüyor ve gül yukarı doğru çıkıyor. Dallar mezarın üstündeki tozu temizliyor ve bir isim yazıyor. Fiorina Mackenzie... Doğum tarihi, 24 Ekim 1994. Ölüm tarihi 19 Temmuz 2009. "Bir hastalık bizi ayırdı." yazıyor mezar taşında.

Amber ağlamaya başlıyor. İnanamıyor gördüklerine. Fio'nun ölmüş olduğuna inanamıyor. O sırada Fio arkasında beliriyor. Üstünde beyaz bir kıyafet ve hafif saydam bir şekilde. Ona ağlamamasını çünkü artık onun yıldızların arasından onu izleyeceğini söylüyor. Fio, Amber'ın yıldızları çok sevidiğini biliyor...

Amber ve Fio şehrin dışında bir tepeye gidiyorlar. Ordan güneşin turuncu ışık saçan doğuşunu izliyorlar. O sırada Amber soruyor:
- Seni bir daha ne zaman göreceğim?
- Bilmiyorum.
- Bundan sonra her gece seninle konuşacağım, ağladığımda, sevindiğimde seninle konuşacağım. Seni asla unutmayacağım. Asla...
- Gözünü yavaşça kapa. Beni bulabilirsin istersen...

Fio kayboluyor... Son...

Oyunun başındaki park Amber'ın "inkar"ını temsil ediyordu. Binanın en üstü, yağmurlu akşam "öfke"sini. Bataklık zamanla yapması gereken zor "pazarlık"ı. Karlı, soğuk, demir kapılı yer "depresyon"unu. Sonbahar kısmındaki orman ise "kabullenme"sini...

Bilmem bugün bunu niye anlattım. Ama bildiğim bir şey varki, eğer zamanla ilgili bir probleminiz varsa en kötü şekilde de olsa pazarlık yapabilmeli, gerekirse en kötü şeyi kabullenmelisiniz. Bunu sadece on yedi yaşında birinden dinliyor gibi düşünmeyin. İnsanlara sordum. Onlarda aynı şeyi diyor. Zaman...
İyi geceler...

2010-06-05

Sonsuz Mutluluğa Sözler

Hani gelecek kaygısı diye söylerler ya, her yerde. İnsanlarla konuştuğun zaman, hele ki lise çağında biriysen, gelecekte hangi mesleği düşünüyorsun, eğitimini nerde alacaksın gibi sorular sorarlar. Halbuki gelecek kaygısı dediğimiz şey yalnızca meslek midir? Değildir elbet. İlerde yaşayacağımız her şey ya da şimdiden bulanık görünen çoğu şey kaygı taşıdığından gelecek kaygısı deriz...

Hayat, sevdiğimiz ve bizi seven insanlarla güzel elbet. Dostların, onlarla vakit geçirmeyi her zaman sevdiğin insanlar. Bugünlerde başka bir kaygı var düşüncelerimizde. İlerde beraber olacak mıyız? Birkaç yıl sonra nerelerde, ne yapıyor olacağız? İşte bunlara benzeyen bir sürü soru işareti kafalarımızda. Şimdi anı yaşamak var tabi. Ama gerçekten gelecekte yanında olmasını istediğin insanlarla ilgili hayaller kurmak güzel.

O insanlarla bir çok ortak noktan olduğu için berabersindir. Bundan sonsuz mutluluk duyarsın ve onlarla geçirdiğin her zamanın ne kadar değerli olduğunu sadece o zaman geçtikten sonra değil her zaman anlarsın ki zamanın durmasını en çok istediğin zamanlar o anlardır. Beraber geçirdiğiniz güzel anılar, kahkahalar, hayatı unuttururcasına mutlu olduğumuz yerler, hoş...

Kimi zaman sadece kendi aramızda anladığımız muhabbetlerdir dostluğu gerçek kılan. Belki bir oyun belki bir müzik ya da sinema... İşte bu ortak noktaların bir gün, sevdiğimiz insanlarla bizi bir araya getireceğine inanıyorum. Aslında dostluğun, sevginin gücü falan diyeceğim ama hayat şartlarının ne denli değişken olacağını kestirmek güç. İşte bu yüzden şimdiden oynadığınız bir oyunun çıkacak yeni sürümünü beraber oynayacağımıza söz verdiğimizde ya da çekilecek bir film, işte o gün sonsuz mutluluğun aslında ne kadar sık ortaya çıktığını anlayacağımız anlar diliyorum...

Geçen gün her birinden söz aldım. İlerde birbirimizin hayatında olmak adına. Hep birlikte sevdiğimiz bir oyunu oynayacağız ilerde, sevdiğimiz bir filme gideceğiz. Hepsinden önemlisi birbirimizin olduğu bir hayat dileyeceğiz, hayal edeceğiz ve o hayalin peşinden adrenalin patlaması yaşayan biri gibi hızlı koşacağız. İnanacağız. Ben her zaman on yedili yaşlarda bulduğumuz gerçek insanları kaybetmeyeceğime inansamda daha somut cevaplar arayan dostlarım için söz vermek istiyorum. Her zaman ayak bağı olmak istiyorum hayatlarınızda. Bazen o sevimli dedeyi oynamak ve öğütler vermek istiyorum. Bazen de küçük, yaramaz, elinde şekerle koşturan, al yanaklı, kıvırcık saçlı çocuk olmak ve en önemlisi her zaman yanınızda sizi güldürmek ve hayatı yaşanabilir kılan her şeyi gösterebilmek istiyorum...

Sonsuz mutluluğa, onların yanındayken ulaşabilidiğim insanlara söz veriyorum...

2010-06-04

Sevgi, Saygı Meselesi

Sabah kaygısızca yolda yürüyordum. Güneşin güzelce doğmuş, havanınsa derin bir mavilik içinde olması beni mutlu etmişti. Yolda aptal saptal sevdiğim şarkıları söylüyordum. Ensemde bir ıslaklık hissettim. Önce aldırmadım, saçımın ıslaklığından diye düşündüm. Sonra bir bakayım diye elimi okul gömleğimin yakasına attım. Elimde ilginç bir pürüzlük hissettim. Görme duyumda işin içine girince anladım ki tam enseme hala sevgi ve saygıyla andığım bir kuş pislemişti. Okula geç kalmıştım ama aldırmıyordum. Eve geri döndüm ve sıkıla sıkıla diğer gömleğimi giydim. O kuşun pislediği gömleği seviyordum. Neden bilmem. Yıllardır benimle olması olabilir belki de...

Tekrar yola koyulduğumda elimi cebime attım. Telefonumu çıkardım. Telefonum garip tepkiler veriyordu. Sams.ng işte ne olacak. (Evet oraya nokta koydum ama RTÜK'ün reklam yasağı korkusundan değil. Bana bu telefonu kullanmak küfür gibi geliyor. Ne biçim yapmışlar arkadaş.) Az önceki kuşu andığım gibi sevgi ve saygıyla anıyorum o telefonu üretenleri...

Aldırmadım ve telefonu kapattım. Ama benim telefonumun o naçizane görünen ama bir o kadar önemli olan "kırmızı tuş" diye tabir ettiğimiz kapatma tuşu bozuk olduğundan bataryasını çıkarmakta buldum çözümü. Sonra nasıl açılıyor diye sormayın. Güzel bir taktiğim var elbet.

Kapatmadan önce annemin beni aradığını görmüştüm ama aldırmadım. Ancak okula gidince açabildim telefonu. Telefonumu açarken bir eksiklik hissettim. Evin anahtarını almamıştım. Annemin beni neden aradığını anladım ama artık çok geçti. Dönüşte annemin evde olacağını umup günüme devam ettim...

Bütün gün nedenli nedensiz güldüm. Üstümde ağır aptalımsı bir mutluluk vardı. İnsanlara yansıtabiliyordum ve bundan mutluluk duyuyordum. Çok da takılmamak lazım üzüntülere canım. Tabi şimdi bunları diyoruz iki gün sonra sınav mınav korkusu sardığında kendimi yine sevgi ve saygıyla anacağım ama şimdilik anı yaşayalım.

Dolu dolu geçen bir günün ardından sakin, müzikli bir akşamda olmak güzel. Az önce arkadaşlarımla konuşuyordum da biri beni sevimli, öğüt veren amcalara benzetti. Teşekkür ederim ona da. Gerçi yaşlı gördüğü için güzel güzel anmak var ama onun içinde iyilik olduğuna eminim...

Yalnız o kuş olmasaydı, şu enseme s.çan arkadaş, çoğu şey değişecekti. Okula gittiğimde arkadaşlarımı okulun kameriyesinde göremeyecek ve onların fotoğrafını çekemeyecektim. Onların hoş muhabbetinden bir ders saatide olsa eksik kalacaktım. Gömleğimi değiştirmek için tekrar eve dönmeseydim, anahtarımı evde unutmayacak ve annemin beni aramasına neden olmayacaktım. Annem beni aramasaydı telefonum garip tepkiler vermeyecek ve kapanmayacaktı. Eğer telefonum kapanmasaydı bir ay sonra beraber yolculuk edeceğim insanı arayacak ve durumu bildirecektim. Eğer onu o zaman yapsaydım akşam eve dönerken aramayacak ve telefonla konuştuğum için konuşamadığım, yanımdan geçen arkadaşımla ayaküstü muhabbet edecek ve mutlu olacaktım... Böyle gider işte... Sistem... Daha çok saygı ve sevgiyle anıyorum o kuşu...

Şimdi o kadar şey anlattıkta, kime, neye anlattım hiç bilmiyorum. Olmayan izleyicilerime galiba. Yanlışlıkla yolu buraya düşenler bir okusun. Gerçi o cümleyi yazdığımda demek ki buraya kadar okumuş ve onu görmüş değil mi? Hala o aptal sırıtma oluşmaya devam ediyor yüzümde, az önce kurduğum saçma cümleler adına. Olmayan izleyicilerime, yolu buralara düşüp bir nebze hayatıma giren insanlara saygılar, sevgiler. Ama bu sefer cidden saygılar, sevgiler...

2010-06-02

Küçük Anların Minik Dostu

Masama bir karınca geldi bugün. Bakındı etrafa. Bana küfrediyordu büyük ihtimalle, masamın dağınıklığına bakarak. Eğildim ona doğru. Öyle bakıyordu hala. Bir şarkı dinlettim ona. Bir ileri bir geri gitti. Aşağıya indi sonra. O kadar ufaldı ki uzaklaştıkça, bir süre sonra takip edemedim...
Kimsenin olmadığı o ana şahit oldu küçük karınca. Hayatımın bir bölümünde bulundu. Ardından tıpkı Ataol Behramoğlu'nun bir anlık gelip giden sevgilileri gibi çıktı hayatımdan...

Akşam olunca düşündüm de ne olmuştur o karıncaya diye. Belki de dinlettiğim şarkı kulağında yankılanmaya devam etmiştir. Sonra diğerlerine söylemeye giderken ölmüştür, mırıldanırken o bilmediği şarkıyı, kendi kendine...

2010-06-01

Durdurun Zamanı Uyuyacağım

Güneşin batmasına yakın uyuyakaldığım zaman, her uyanışım akşamı, güneşin olmadığı zamanı bulmuştur. Ben bundan nefret ediyorum. Hayatınızda bir kere gelecek olan o günde, güneşin batışını görememek beni delirtiyor. Uyandığımda kendimi karamsar, pislik biri gibi hissediyorum. Bilgisayarın uğultusu vücuduma yapışmış, ağzımdaki bakteriler arttıkça artmış, algılamadaki güçlüğüm en üst düzeye çıkmış... Bir de havayı kararmış halde görmem var işte...

Başımın ağrısını susturmak isterken her tarafım ağrımış. Bugün özrüm kendime. Öfkem de öyle...

2010-05-31

Küçük Ayrıntılarda Hayat

Kimse yokken lise sıralarının en arkasına oturdunuz mu hiç, herkesin çantaları, kitapları, kalemleri dururken?

14:20'ydi saat... Güneş bulutların ardından ışıltabildiği kadar pencereden giriyordu, pencere arkamda. Ben en arka sırada tatlı bir şarkı dinlerken kafamı masaya koymuş halde oturuyordum. Kafamı kaldırdım, birbirine benzeyen sıralar, onların üstünde kitaplar, çantalar, bir kaç farklı eşya... Her biri bir şeyler anlatacak, oldukları yerde birden fırlayacak ve gidecek gibi. Masaların üstünde eskimiş yazılar, kiminin kendini kiminin aşkını ya da sevdiği bir kaç şeyi anlattığı yazılar... Onlarda konuşacaklar bıraksalar.

Karşıda duvara asılı bir takvim bana doğru dönmüş nispet yapar gibi. Günleri hızlıca geride bıraktığımızın acısını çıkarır gibi bakıyor. Bir kaç dünyevi dert var üstünde, sınav tarihleri. Onlarda alay ediyor...

14:30'du saat... Kafamı koyup tekrar kaldırmam... Dışarıda, arkamda hayatlar değişiyor, insanlar, hikayeler geçiyordu. Bir kız oturmuş okul bahçesine, kaldırıma kim bilir belki de dertlerini düşünüyordu öylece. Ağaçlarda böcekler geziniyor, kuşlar ötüyordu. Bir araba diğerine korna çalıyor, insanlar kısa bir bakışdan sonra devam ediyordu yollarına. Tekrar döndüğümde önüme az önceki hızlı hayata karşı hala aynı şeyler, aynı şekilde duruyordu. Takvim, kitaplar, birbirine benzeyen hafif yıpranmış sıralar, çantalar... Yine bir şeyler anlatacaklar, bıraksalar. Ama aynı şeyleri söyleyecekler yine...


Bir de ben vardım takvimin karşısında, ağaçların tepesinde, o dertli, tanımadığım kızın üstünde, bulutların altında, sıraların en sonunda. Öylece bakıyordum etrafa. Hala devam ediyordu o tatlı ezgili müzik kulaklarımda. Birden zil çaldı. Kulağımdaki ezgiler dağıldı, dertli kız ayağa kalktı, kuşlar başka yerlere uçtu, bulutlar dağılmaya başladı, herkes unuttu her şeyi. Bir de ben... Bıraktım kelimelerimi, sevdiğim şarkılarımı. Koydum tekrar kafamı, zamana aldırmadan kapadım gözlerimi. Derin bir nefes aldım. Bıraktım dertlerimi...

2010-05-30

15:15'e 15 Dakika...

Sinemalar... Hayatımıza en iyi şekilde mola verdiğimiz yerler galiba. İki saat hayata ara verip yeni hayatları büyük beyaz perdelerde izlemek, oradaki hayatlara kendimizden bir şeyler katıp benisemek...

Filme girmeden önce kendi kendini etkilersin ya, korkuysa korku öğeleri ararsın, komediyse kendini gülmeye hazırlarsın ve diğer tüm türler işte. Bugün bir filme girdim. "Elm Sokağı Kabusu." 15:15 seansına girecektik. Kendimizi korkuya hazırlarken saate baktık. 15:15'e 15 dakika kalmıştı. Kendimizi korkuya, gerilime hazırlamaya 15 dakika. Hayata, dünyevi sıkıntılara az da olsa ara verebilmek için 15 dakika. Beyaz perdeyi renginden öteye taşıyacak korku öğelerini görmeye 15 dakika.

O kadar çok gerilmiştik ki büyük ihtimalle kas yapmıştık. Sinemanın etkisi hala bizimleydi. Film bitmişti ama yok mu o anılar, bize işlenen görüntüler her zamanki gibi duygularımızı tetiklemeye devam ediyordu.

Teneffüslerden sonra dersler her zaman sıkıcı gelmiştir ya, o kısa moladan sonra hayat aynı monotonlukta sürüyordu. Yine arkadaşlarla geçirilen hoş sohbetler, günün yavaş yavaş sona ermesi yeni beklentileri de beraberinde getiriyordu.

Hoş, hayatı severim. Ama monoton. Belki de bu monotonluğun ve sıradanlığın içinde bulduğum mutluluklar bana hayatı sevdiren. Gökyüzüne baktım da bugün bisiklet sürerken, gün batarken. Uçmayı diledim. Maviliklere doğru uçmayı. Bir süre hayal ettim, hızla giderken bisikletle ve rüzgar yüzüme vururken. İşte böyle olurdu galiba dedim. Böylesine huzur dolu ve serin. Yeryüzündeydim yine de. Burası da güzel dedim kendime, güneşin renginin hoş tonu bulutlara vururken. Eğer mutlu bir senaryonun sonu gibi duruyorsa hayatınız. Sıkıntılı, bitkin ve yorgun hissederken kendini güzel mutluluklar buluyorsa sizi, işte hayat bu diyebilmeli insan. Bugün gün batarken mutlu bir senaryo sonu gibiydi. En güzel şarkının girişi ve güneşin parıltısı. Son...

Eğer hayatta bir gün bu mutlu sonu yakalayacaksa, güneşin harika batışı kadar renkli...
3,2,1 motor...

2010-05-27

Charles Bukowski ile Doğum Günü Süsü

Küçük bir parça ne anlatabilir hayatınıza dair? Birkaç saniye için geçmişe götürebilir sizi. Sessiz olur ama hissedersiniz titreşimleri...



Bilmediğim bir nedenden uzun zamandır ara verdiğim bir şiir kitabı okuyordum. Charles Bukowski'nin "Kendimizde Açtığımız Yaralar"ını, tek başıma, salonda, kısık bir müzik eşliğinde okurken bir şey parladı tavanda. Gülümsedim hemen. O kadar tanıdıktı ki gördüğüm parıltı, gözümü kırptıktan sonra her şeyi değiştirdi odada. Birden insanlar dolmaya başladı. Dostlarım, sevdiğim insanlar teker teker oturuyor, bir şeyler hazırlıyorlardı. Süsler, yemekler, hediyeler. Hepsinde gülümsemeler vardı. Hızlı hızlı akıyordu zaman. Hepsi ayaklandı birden. Kapıya doğru baktılar. Birini bekliyorlardı. Biri girdi. Hep bir ağızdan "Süpriiiiiiz" diye bağırdılar. Kapıdan giren bendim. Onlar, sevdiğim insanlar daha fazla gülümsüyorlardı. Kahkahalar, her biri nota gibi dağılıyordu kulaklara. Tekrar kapayıp açtım gözlerimi, her şey şimdiki yerini aldı...



Doğum günümden kalma bir süsün tavanda yapışıp kalmış bir parçasıydı o gördüğüm. Geçmişimi, benim olmadığım anı yaşatabilen bir parça. Gülümsedim döndüm kitaba. Kitapta güzel bir şiir yazmanın sırrı yazıyordu "gerçeğe en sadık biçimde yalan söylemek." Ne güzel demiş Bukowski amca. Gördüklerimin gerçek olmadığını biliyordum ama bir o kadar da sadıktı gerçeğe...

Henüz Alışmak Sevmemeye...

Bugüne kadar sevmezdim yağmuru. Yerleri ıslatması, hareket etmeme sınır getirir diye düşünürdüm. Öyleydi. Ancak bir şeyin daha farkına vardım. İnsan sevmediği, sevemediği şeylere bir süre sonra alışabiliyor.

Yağmurda yürümeyi sevdim her zaman. Beni ıslatmasını sevdim. Bir amacı olacaksa o da beni ıslatması olacağını düşünüp sevdim. Sevdim işte. Ama bugün daha farklıydı. Bugün sevmekten öte benimsedim. Yağmur damlaları karışık, kıvırcık saçlarımın arasından yüzüme doğru süzüldüğünde hissettim. Her zamankinden daha ılıklardı. Yüzümde bir çizgi halinde iz bıraktığını düşündüm. Kalıcı olmasa da akıp giderken bir ız bıraktığını hissediyordum. O sıcaklık içime vurdu sonra. Yağmurun sesi gökgürültüsüyle birleşip sevemediğim şehrin sesini bastırmaya başladı. Dinledim. Gözümü kapattım birkaç saniye hissettim her damlayı. Açtım gözümü insanlara baktım. Her biri yağmurdan kurtulacakmış gibi kaçıyor, kaçamayanlar şemsiyelerini açmış dikkatlice yürüyordu. Öfkelendim onlara. "Siz bırakın." dedim "bugün yağmur benim."

Sevemediğim, alıştığım şehirde, sevemediğim bir şeyi sevdim. Ama yağmuru sevmeye hala alışamadım. Ben anlam veremediğim şeylere alıştım. Anlamadığım şekilde yağmurları sevdim bugün. Özür dilerim geçmiş damlalardan, alışılmamışlıklardan, özür dilerim...

2010-05-26

Rutin Hayat Bu...

Hayatın sıkıcı olduğunu söyleyebilirsiniz. Aynı şeyleri tekrar tekrar yapmaktan yorulabilirsiniz. Yorulabilirsiniz, yürüyen merdivenlerde durmaktan ya da duran merdivenlerde yürümekten. Ama hayat güzel. Güneşin batışında, serin bir havada oturun açık bir yere ve kulaklığınızı takıp "sende yap" parçasını dinleyin Athena'dan... Ben yaptım. Sen de yap güzel oluyor...