2010-06-19

Sessizce Özledim

Hani hayatı her yönden farklı gördüğünüz, içinizde bir sürü canlının tepiştiğini hissettiğiniz, bacaklarınızın çözülme sıklığı yaşadığı, gözlerinizin gökkuşağı renginde olduğunu sandığınız, heyecan ve adrenalinden fazlaca terlediğiniz, dönüp arkaya baktığınızda çılgınca şeyleri nasıl yaptığınızı düşündüğünüz, kendinizi en en en özel hissetiğiniz, kalbinizin aynı anda aynı ritimle attığını sandığınız, en güzel şarkılarda onu hissedebildiğiniz, güldüğünde mutluluktan öldüğünüz, ağladığında üzüntünün dibine vurduğunuz, hep onunla olacağınızı sandığınız anlar vardır ya, herkes aşk adını verir ona.

İşte o anları özledim... Özlediğimi hissettim...

2010-06-18

Tam Tadındaydı Hayat...

Dost sohbetleri vazgeçilmezimdir. Hatta rahatlatıcıdır her zaman... Geçen gün otobüs yolculuklarına ettiğim sitemler yüzünden sistem beni geri dönüş yolunda cezalandırdı. Müzik dinleyemedim. Işık bozuktu, kitap okuyamadım. Telefonum kapandı, mesaj atamadım, kimseyi arayamadım. Çok sıcaktı, bunaldım. Ama sistemin siniri yavaş yavaş geçmeye başlamış olacak ki telefonum düzeldi. Müzik dinleyebiliyordum. O anda kitap okumasam da olurdu. Uzaktaki bir dostuma mesaj attım. Konuşmaya başladık. Nasıl olduğunu sordum...

Uzaktaki bir sevdiğiyle iletişime geçtiği zaman insan, aradaki mesafe pek işlemiyor. Yüzlerce kilometre ötede bile olsa bir konuşma, bir sohbet, ne kadar sevmediğim bir yöntem de olsa (mesajlaşmak) insanı sıkıntıdan kurtarabilmeye yetiyor.

O arkadaşım da beni rahatlatacağını bilmeden "Ne yapıyorsun?" dedi. Nerden başlayacağımı bilemedim. O kadar çok şey birikmişti ki cümle cümle kusmak istiyordum. Başladım. "Müzik dinleyerek yolu izliyorum ya :) bu gece maç var onu düşünüyorum. Bir de diyorum ki eve gidince bilgisayarda oyun oynayım. Yan koltuklarda bir sevgili çift var, güzel güzel konuşuyorlar, gerçi duymuyorum ama mutlular be, kıskandım biraz. Yanımdaki amca uyudu ve biraz horluyor galiba. Az önce muavin abi servis yaptı. Kola istedim. Şansıma kola ilk ben de açıldı, mutlu oldum ya... Az önce ay vardı tepemde şimdi nerede göremiyorum. Bir bakayım... Heh buldum hafif aşağı kaymış. Muhtemelen yanında gördüğüm yıldız da senin yıldızın... Güzel şimdilik yolculuk. Zaten severim yolculukları..." dedim. Ama bilmiyordum o sırada o kişinin şarjının bittiğini. İletilmedi mesaj. Ben yolculuğumu bitirdim. Eve geldim. Cevap geldi. "Selam çaksaydın benim yıldıza" diye. Çoktan biten bir yolculuğun ardından bir de balkonda yıldızı aradım. Selam söyledim. "Sen bunu yazacak mısın?" dedi. "Seni mi kıracağım yazarım" dedim. "İkinci kez Ollleeey!!" dedi. İkinci kez bilmeden mutlu etmiştim. Sevindim.
Bazen içinden çıkılmaz bir hal alsa da olaylar, bitiyor işte. Azıcık zaman katarsak kolay atlatmak...
He bu arada, dostumun yıldızının selamı var herkese. Baktım da hala göz kırpıyor...

2010-06-16

Kağıt Parçalarından Anılar

Otobüs yolculuklarında sıkıntıdan patladığınız olmuştur zaman zaman, ne yapacağını şaşırıp saçma sapan işlere kalkıştığınız. Bir de o yolculuklara kavurucu sıcak ve yalnızlık da eklenirse değme keyfine. İşte o derece sıkıcı bazen. Kitap okusan okunmaz, müzik dinlesen bir yere kadar. Zaten televizyonu açarlarsa saçma sapan kadın programları ya da ipe sapa gelmez diziler... Bazen açmıyorlar zaten...

Her yolculuk yeni bir heyecandır. Her bilet yeni bir anı yazacağın araçtır. Bilindik yerlere de gitsen her gidişin gibi olmayacağını bilirsin. Zaten gideceğin yeri daha önce çok görmediysen ya da hiç görmediğin bir yerse, işte asıl heyecan o zaman dolaşır insanın vücudunda. Cidden nelerin beklediğini bilmediğin anlar, her zamankinden farklı yeni yolculuklar, hayatının geri kalan kısmında o anlara bakıp gülümseyeceğin anları başlatacak olan zamanlar...

Kağıt parçası diye geçmeyin her biri bilmem kaç yüz sayfalık yeni hikayeler, otobüs biletleri. Sadece otobüsle sınırlamayalım. Her şeyin biletini sayabilirsiniz. Sadece bugün yaptığım otobüs yolculuğundan örnek verdim. Bir de değmeyin keyfime. Çok sıcak buralar... Her yer sıcak bu aralar...

2010-06-15

İsmini Unuttuğumuz Duygular

Her gün geçtiğim sokakların ismine hiç bakmadığımı farkettim geçen gün. Üç yıldır geçtiğim, çoğu şeyi yaşadığım sokağın ismini bilmiyorum, yani bir zamanlar bilmiyordum. Geçen gün şans eseri gözüm takıldı. Uzun süre baktım. Baktım bakmasına ama galiba unuttum yine. Kafamdan bir sürü sokak ismi geçiyor şu an. Seçemedim.

Gerçekten hayatımızın büyük bölümü bazen boş geçiyormuş gibi geliyor bana. Belki de hayata on yedi yaşından baktığım için böyle. Bazen de düşünüyor insan, her şeyi yaşadığın yerlere ait sadece görüntüler var. İsmini falan hatırlamıyorsun. Ne kötü...

Bazen gerçekten sözcükler yetemez bir şeyi anlatabilmek için. En azından o her şeyi yaşadığım, anlamsız görünen sokağı anlatabilmek için cümlerin yeteceğini zannetmiyorum. En azından ben ne kadar anlatırsam anlatayım herkesin aklında o sokağın farklı şekilleneceğini biliyorum. Düşünüyorum da belki de biz insanların en büyük sorunu karşımızdakinin sözlerine farklı yorumlar getirmek... Bu yüzden tüm kavgalar, öfkeler...

Bazen duygularımızı anlatacak olan kelimeler o kadar sessiz kalır ki o sessizliğe dolar gözlerimiz. Kurşunumsu göz yaşlarıdır onlar. Genelde gözüne fazlaca yüklenirler, yakarlar, göz bebeğin kayboluncaya kadar kızarmasına sebep olurlar. Çünkü onlar en ağırlarıdır. Kendi duyguların içinde bağırıp çağırışırken, kelimelerle sessizliğe uğraması... Her insana ağır gelir galiba...

Şimdi içimde duygular bağırıp çağırırken o adına uzunca baktığım ama hala bilemediğim sokakta yürümek istiyorum. Bir de oralarda bir şeyler yazıp sessizce ağlamak... Ama saate baktım da yeni güne girmeye az kaldı. Eğer o sokağa gidersem şimdi, saat on ikiyi gösterdiğinde, sokağın adını öğrendiğim için artık "o" sokak olmayacak orası, her zaman gördüğüm sokaklar kadar boş ve ıssız kalacak, duygularım kilit taşlarına, yazdığım kelimeler kağıttan akıp toza, beyaz kağıt sokak lambasına, göz yaşlarım yere düşerek çakıl taşlarına dönüşecek. Ve büyük ihtimalle ben hepsiyle birlikte küçük bir ağaç olacağım, sıradan bir sokakta, kilit taşlarının arasında, tozlu şekilde, bir sokak lambasının altında, yanında çakıl taşlarıyla. İnsanlar her gün yanımdan geçecek ama ismimi bilemeyecekler. Yine de ben orada olacağım...
Hala buradayım işte.
Az kaldı o yeni güne.
Ve 3, 2, 1...

2010-06-12

Gibi Gibi Hayat

Dağınık eşyalarımı toplamak istediğimde içlerinden biri kaybediyorum. Düzeltmek isterken iyice berbat etmek... Bu duygunun iğrençliğini anlatamam. Kime, ne için kızacağını bilemez insan. Kendine söver durur. O öfkeyle bulduğunda elbet sevinir ama içinde bir sinir hala kaplanmış kalır, hüzünlerin yanında.

Bir çorabın tekini bulamamak gibi hayat. Kaybolan tekini bulduğunda diğer tekini kaybetmek. Sonra diğer tekinin yerine başka bir çorap giyerek, uyumsuzluğu göstere göstere gezmek gibi hayat. Giydikten sonra bulduğun diğer teki giyememek ve uyumsuzluğa alışmış olmak gibi hayat. Kısa süreler için de olsa aynı çorapları giyebilmenin mutluluğunu yaşamak gibi hayat...

2010-06-11

Kiraz Çekirdeğinden Yolculuklar

Çocukluk anlarını özler insan. Gençliğinde olsun, yaşlılığında olsun, hayatının en rahat günlerini, çocukluğunu özler. Yaş ilerledikçe, hayatın içine daha çok girdikçe insan buralardan çıkıp çocukluğuna dönmek istiyor...

Bazen o kadar çok istiyorumki tek derdimin tuvaletim olduğu zamanları. Halbuki o zamanlar dünyanın en dertli insanının ben olduğuma inanırdım. Sabah erkenden kalk kreşe git. Kahvaltı yap. Tabi annenin seni giydirmesi var bunlardan önce. Sonra öğlen uykusu. Günün sonunda servisle eve dönmek... Şimdi bakınca güzel geliyor tabi. O zamanlar ne zulümdü ama...

Babam her zaman "İnsan ne kadar fiziğinde yaşlanırsa yaşlansın eğer ruhunu genç hissediyorsan gençsin demektir. Oğlum sen hep ruhunun tarafında olan ol." der. Gerçekten inanıyorum bu sözlere. Babam söylediği için değil. Gerçekten doğru söylediği için. Ama babalar hep bilir değil mi en iyisini? Çocukken ilk kez iki tekerli bisiklete bindiğinizde koltuğunuzdan tutup kendi güveninizi geliştirmenize yardımcı olan, sizi küçükken "kötü adam" diye tabir ettiğiniz insanlardan hayatı pahasına koruyanlarda onlar değil mi? İnanmak lazım bazen...

Bir de hayatınızda o huysuz ve tatlı kadınlar vardır. Anneler... O kadar çok iyiliğinizi düşünürler ki bazen fazla ilgiden bunalan ünlülere benzetirsiniz kendinizi. Ama çocukken altına yaptığınızda çekenler hep onlar olmuştur, sizi en güzel şarkılarla uyutan, en güzel sevgi sözcükleriyle uyandıran da onlar. Ağladığınızda, canınız bir şey çektiğinde, acıktığınızda, mutsuz olduğunuzda yanınıza ilk koşan da onlar değil miydi?

Bazen o anlara gidebiliyor insan. İşte o çocukluk anları, gökkuşağının altından geçebileceğimize inandığımız zamanlar. Yarın ne yapacağınızı, ertesi güne belki haftaya, hayata dair neler hazırlamanız gerektiğini düşünmediğiniz zamanlar...
Hani şu kirazların çöpünü bir tabağa biriktiririz ya, o tabak dolduğunda hiç kokladığınız oldu mu? İşte o koku beni her zaman çocukluğuma kısa bir yolculuğa çıkartır. O kokudan aldığım mutluluğu anlatamam. Ayrı bir kokudur. Her şeyden farklıdır. Bir anne kokusu kadar benimsediğiniz bir kokudur. En azından benim için öyle bir koku. İşte bütün bunları düşünmeme neden olan koku...

Şimdi büyümekteyiz ya, en çokta o koyuyor bana. Sorumluluklar artıyor. Her sabah uyandığında seni giydiren biri olmuyor. Ağlamalar daha sessiz oluyor, acılarınızda öyle. Ancak kulaklıkla en güzel şarkıları dinleyerek uyuyabilirsin ama hiç biri annelerin söylediği gibi içten ve sana ait olamazlar. Bir şeyi kendin öğrenmek zorundasın. Bu sefer koltuğundan tutan biri olmaz arkanda. Ertesi gün yapacaklarının planını yapmalısın hatta bir ayının bile.

Ama her şeye rağmen çocukluktan arta kalanlarıda görebilirsin. O zamanlara dair anılarını hatırlayıp mutlu olabilirsin. Evet, annen veya baban yine aynı şeyleri yapmayacaklar ama yine de her zaman yanınızda olacak yegane insanlar onlar. Annen yine aç kalmaman için uğraşacak, okul üniformanı, günlük kıyafetlerini ütüleyecek ve gizli kahramanlar gibi dolabına düzenlice yerleştirecek. Baban koltuğundan tutamasa da sımsıkı tutacak bileklerinden, sırtını okşayacak, sana hayata dair en güzel öğütleri verecek. Yaşamını en değerli ve iyi şekilde yaşaman için ellerinden geleni yapacak. Seni koşulsuzca seven onlar olacak her zaman. Annen hayatınızda sizi her haliyse seven ve beğenen tek insan olacak, "bak şu benim oğluma/kızıma ne kadar yakışıklı/ güzel, maaşallah" diyecek. Siz mutlu olacaksınız, gülümseyeceksiniz ama yine de "öf anneee, hadi bırak şu yanaklarımı" diyeceksiniz.

Hadi ben babamla anneme sarılmaya gidiyorum, bir de kiraz yiyip çekirdeklerini koklayacağım, biraz yolculuk yapasım var da...

2010-06-10

Bir Anlık Yaşamak...

Her sabah uyku aktığında gözlerinizden ne hissederseniz, gününüzün öyle geçeceğini düşünürsünüz. Aslında hiçbir zaman öyle olmaz. Uyandığınız gün öyle bir hikayenin başlagıcıdır ki her zamankinden farklıdır. Siz ne kadar her gün aynı şeyleri yaptığınızı düşünseniz de her gününüz bir daha tekarlanmayacak kadar değerlidir.

Düşünsenize sabah kalkıyorsunuz, gökyüzü masmavi gülümsüyor size. Yaz ayları kendini hissettirmeye başlamış hafiften. Camı açıyorsunuz dışarıda o yazın tarif edilemez kokusu ve biraz da İğde kokuları geliyor burnunuza. Çektikçe çekiyorsunuz içinize. Oturup kahvaltı yaparken bugün neler olacağını düşünüyorsunuz. Önünüzde sizi nelerin beklediğini bilmediğiniz bir gün var. Heyecanlı değil mi? Eğer böyle düşünmüyorsanız aklınızda küçük küçük birikmiş bir sürü dert vardır belki de. Olabilir. Ama bütün hayatınızı dertli geçirecek değilsiniz. Arada bardağın dolu kısmı hakkında yorumlar yapabilirsiniz hayatınıza.

İnsanları istemeden kırmayı o kadar güzel başarabiliyorum ki bazen o hatayı telafi etmek bile isteyemiyorum. Üzüyorum, üzülüyorum. Kimsenin mükemmel olmadığını biliyorum. Ama bazen en kötüsü olduğumu düşüyorum. Bir anlık sinir, öfke, istem dışı hareketleri, konuşmaları doğuruyor ve tabiki küçük şeylerden birbirimizi kırmayı. Sonra her şey "Nasılsın?" yazan bir mesajla değişiyor. İşte bunların dışında her zaman güzel geçer günleriniz. Tabi bunun dışında çok şey vardır ama bugünlük kendi günümden bir örnek vereyim dedim.

Yine iğde ve o tanımlanamayan yaz kokusu sarmış odamı. Camı kapatayım mı kapatmayım mı bilmiyorum. Her zaman pencerem açık uyurum. Sabah gökyüzünün "Günaydın Mavisi"ni duyabilmek için... Şimdi uykum yok ama yatmak istiyorum. Yarın nelerin beklediğini bilmediğim, heyecanlı bir gün beni bekliyor...

2010-06-09

Yağmurluydu ve Solgundu Dünya

Bazı zamanlar olur ki kendinizi hiçbir yere yakıştıramazsınız. Nereye gitseniz bir adım dışarda olduğunuzu hissedersiniz. Herkes bir şeylerden bahseder, konuşur, güler, farklı tepkiler verir. Ama siz o tepkileri takip edersiniz sadece. Sonra kafanızı dağıtmak için başka yerlere gidersiniz. Aynı uyuşmazlığı orda da hissedersiniz. İçiniz içten içe sıkkındır. Güzellikleri görmeyi bırakın, uğraşmazsınız bile...

O anları bazen yaşabiliyorum, az da olsa. Yaşadıysanız bilirsiniz. Çok yorgun olursunuz. Her şey kafanızı meşgul eder. İnsanların sözünü anlamaz, konuştukları şeyler ses dalgaları halinde vücunuzda kısa süre titreşimler halinde dağılır, anlamsızlaşır. Aslında anlamsızlaşmasından daha öte anlamak istemediğimiz içindir...

Geçen gün bir binanın en üst katındaki cafede (bu söze bir an önce Türkçe bir isim bulunmalı) arkadaşlarımla otururken, yine bu yakıştıramamazlık ile. İçeceklerin yanında gelen küçük şemsiyelerden birine takıldı gözlerim. Kürdana benzeyen sapından ayrılmış halde masanın üstünde duruyordu. Maviydi. Üstünde küçük anlamadığım, anlamaya da uğraşmadığım ilginç desenleri vardı. Elime aldım. Oturduğum yerden yukarı doğru kaldırıp bıraktım. O kadar güzel süzülüp indi ki bacağıma, onu daha uzun süre izlemek istediğimi farkettim. Binadan aşağı doğru baktım. Elimi balkondan çıkarıp mavi, sapsız şemsiyeyi bıraktım. Çok yavaş ve hoş bir şekilde süzülüyor, hatta bazen havada sabit kalıyordu. İzledikçe izledim. Hemen yanımdakilere söyledim. "Hey, bakın bakın ne kadar güzel gidiyor."

Bir şey farkettim, süzülürken o küçük şemsiye. Gülümsüyordum. Kendimi ait hissetmediğim yerde o küçük şey beni anlamadığım şekilde gülümsetti. O andan sonra tüm gün gülümsedim. Küçük şeyler bilmediğimiz çok büyük şeyleri değiştirebilir. O şeylerin ne olduğunu sormayın. İstediğiniz kelimeyi yerleştirin...

He o şemsiyeye ne oldu diye soracaksınız. Yavaş yavaş süzülürken bir damla düştü üstüne. Ardından iki tane daha. Sonra arttıkça arttı. Bütün şehir ıslanmaya başladı. Şemsiye kaldırıma bıraktı kendini. Orada ıslandı. Ayaklar altında ezildi. O binadan arkadaşlarımla çıkarken bir kez daha gördüm. Gülümsedim. Kimseye ait olmayan o ana en içten şekilde gülümsedim. Kimse anlamadı. Gülümsemelerim insanların gözlerine anlamsızca dağıldı. Bir de şemsiye yerden göz kırparcasına bakıyordu. Sanki "aldırma hiçbir şeye" der gibi...

2010-06-07

Sandığın Dışından Saygılar...

Bazen hayatlarımız karikatür gibi olur ya, dersin ki "ulan çizebilsem şu anı ne komedi olurdu." falan. Kendi hayatımı çizemesem de kendi hayatını çizen birini tanıyorum. Ersin Karabulut...
Uzun süredir var aslında Ersin Karabulut hayranlığım. Hani bazı hikayeler olur ya da filmler, orda kendinizi bulursunuz, "anaaa ben lan, valla ben bu" dersiniz içinizden. İşte ben Ersin abinin köşesinde o kadar çok buluyorum ki kendimi bazen, şaşırıyorum. Adam bizden büyük ama demek ki her insanda olabiliyor böyle benzerlikler. Bazen imreniyorum aslında, çizimine. Ama her zaman beğenim daha ağır basıyor...

Öyle çizim yeteneğimin olmasını isterdim. Hele ki Penguen'de, Uykusuz'da falan "sandık içi" tarzında bir köşem olmasını... İşte o zaman "Aym king of dı vörld" diyebilirdim...
Şimdi anlatacaklarımı insanlar okuyup geçecek. Ersin Karabulut'u tanımayanlar Gugıl'a yazacaklar bir bakıp dünyevi dertlere geri dönecekler. Okuyan başkaları olsa... Gerçi büyük ihtimalle okuyanlar yakınımda olacak ama, olur ya bir umut Ersin abi okur. İşte o zaman "Aym dı hepiist men of dı vörld" diyebilirim.
Beni hiç tanımayan Ersin abime, sanal alemin köşelerinden, on yedi yaşında bir ergenden saygılar...

2010-06-06

Hayata Dair Küçük Bir Oyun

Eternally Us... Böyleydi ismi oyunun... Başta ne bu dedim. Grafikleri falan kötü. Ama bir derginin yeni sayısında bedava sürümü verilmişti. Yükledim, açtım oyunu. Oyun bir parkta başlıyordu. Senin yönettiğin Amber adında bir kız var. Parkta, yanında arkadaşı var. Adı Fiorina gibi bir şeydi. Ama kısaca Fio diyordu ona, Amber.

Fio mevsimin yaza doğru yaklaşmasından, parkın güzelliğinden bahsederken bir anda hayatta bilmemiz gereken bazı doğruların olduğunu söylüyor Amber'a. Amber bir anda şaşırıyor. Ne demek istediğini anlamıyor ve soruyor bunu. O anda Fio, Amber'ın bir şeyleri bilmesini gerektiğini söylüyor ve bir kapı açılıyor. Kapıdan ölmüş bir insan giriyor. Zamandan bahsetmeye başlıyor. O sırada Fio ortadan kayboluyor. Amber'da Fio'yu bulmak için az önce ölmüş insanın geldiği kapıdan geçiyor. Bir anda kendini bir binanın çatısında buluyor. Yağmurlu bir akşam... Hani şu filmlerde büyük binaların tepelerinde gördüğümüz, ilginç yaratıklara benzeyen heykeller olur ya, işte öyle heykeller var üç tane. Konuşmaya başlıyorlar, öfkeden, zamandan, sıkıntılardan bir de bilemediğimiz gerçeklerden...

Binanın üstünde kilitli bir kutu var, biraz gerisinde bir levye. Kutunun ilerisinde kilitli bir kapı. Amber sinirle kutuyu kırıyor ancak kutu boş. Bir anda kırdığı kutu gidiyor yerine başka bir kutu geliyor. Onu da kırıyor, o da boş. Sonuncusunun kilidi açık oluyor ve içinden bir anahtar çıkıyor. Anahtarla bir kapı açıyor. Kapı bir bataklığa gidiyor. Her yanda hafif büyük ağaçlar ve biraz da sis var. İskele gibi bir şeyden, ileri gidebilmek için başka seçeneğinin olmadığını düşünüp atlıyor bataklığa. Bataklıkta yavaş yavaş ilerlerken birden ilerlemesi kesiliyor. Yürüyemiyor. Suyun içinden bir ağacın kökü çıkıyor ve Amber onu çekiştiriyor. En sonunda kökün sahibi ağaç uyanıyor. Amber ağaçtan yardım istiyor, Fio'yu bulabilmek için. Ağaç bunu yapamayacağını söylüyor. O sırada başka bir ağaç kökü çıkıyor bataklıktan. Amber onu da çekiştiriyor ve başka bir ağaç uyanıyor. İkisinden yardım istiyor. Fio'yu bulmak için nereye gideceğini soruyor ama ağaçlar Fio'nun yanına gidebilmek için ayaklarının yetmeyeceğini söylüyor. Amber yardımı defalarca istemeye başlıyor. Ancak ağaçlardan sadece öğütler geliyor. Zamana bırakmasını istiyorlar. Ancak zamana bırakabilirse Fio'yu bulabileceğini anlatıyorlar. Amber ne kadar süreceğini soruyor. Ağaçlar belki bir gün daha belki bir hafta belki bir yıl belki de bir ömür bekleyeceğini söylüyor. Cevaplardan tatmin olmayan Amber yalvarmaya başlıyor. Ancak ağaçlar susuyor. En sonunda Amber bataklığa batıyor. İndikçe iniyor aşağı. Birden karlı, soğuk bir yere düşüyor. Orada başta parka gelen ölü insan bekliyor Amber'ı. Ölü adam, Amber'a en sonunda buralara geldiğini ve artık Fio'yu aramaması gerektiğini söylüyor. Fio'nun onlarla mutlu olduğunu söylüyor. Amber nedenini soruyor, Fio'yu almasının nedenini. Ölü adam sadece buna mecbur olduğunu söylüyor...

Ölü adam büyük demir bir kapıdan geçiyor ve gidiyor. Kapı kapanıyor ve kilitleniyor. Amber kapının nasıl açılacağını bulmaya çalışıyor. Bulunduğu yerde kilitli bir sandık, bir elinde gaz lambası olan diğer eliyse boş olan bir heykel, demir kapının iki yanına asılmış gaz lambaları var. Amber etrafı incelerken karlar arasından bir şeyler parlamaya başlıyor gözüne. Üç adet parlak nesne... Her biri gaz lambası için gerekli yakıtlar. Amber onları alıyor. Üç lambayı da yakıyor. Hepsi yandıktan sonra yere bir anahtar düşüyor. Anahtarı alıyor. Sandığı açıyor. Sandıktan taştan yapılmış ve çok soğuk bir kalp buluyor. Kalbi heykelin boş olan eline koyuyor ve kapı bir anda açılıyor. Amber kapıdan geçiyor ve kendini bir ormanda buluyor.

Ormanda sonbahar havası var. Her yere yapraklar dökülmüş, sararmış yaprakları olan bir sürü ağaç var. Hafiften bir güneş geçiyor ağaçların arasında. Orada bir kuyu, bir üzüm ağacı, bir mezar taşı, mezar taşının üzerine bırakılmış pembe bir gül, mezarın ilerisinde büyük bir ağaç, ağacın dalında bir kestane ve bir sincap var. O ağacın tam karşısında duran ağacın dalında ise bir kova. Amber üzüm ağacından bir salkım üzüm koparıyor ve aşağıdan sincaba doğru tutuyor. Bir kaç defa aynı şeyi yaptıktan sonra sincap daldaki kestaneyi yere düşürüyor, tam mezar taşının yanına. Amber ağaç dalındaki kovayı alıyor ve kuyuya atıyor. Sonra kuyudan su çıkarıyor ve kestanenin olduğu yere atıyor. Bir anda kestane ağacı büyüyor ve gül yukarı doğru çıkıyor. Dallar mezarın üstündeki tozu temizliyor ve bir isim yazıyor. Fiorina Mackenzie... Doğum tarihi, 24 Ekim 1994. Ölüm tarihi 19 Temmuz 2009. "Bir hastalık bizi ayırdı." yazıyor mezar taşında.

Amber ağlamaya başlıyor. İnanamıyor gördüklerine. Fio'nun ölmüş olduğuna inanamıyor. O sırada Fio arkasında beliriyor. Üstünde beyaz bir kıyafet ve hafif saydam bir şekilde. Ona ağlamamasını çünkü artık onun yıldızların arasından onu izleyeceğini söylüyor. Fio, Amber'ın yıldızları çok sevidiğini biliyor...

Amber ve Fio şehrin dışında bir tepeye gidiyorlar. Ordan güneşin turuncu ışık saçan doğuşunu izliyorlar. O sırada Amber soruyor:
- Seni bir daha ne zaman göreceğim?
- Bilmiyorum.
- Bundan sonra her gece seninle konuşacağım, ağladığımda, sevindiğimde seninle konuşacağım. Seni asla unutmayacağım. Asla...
- Gözünü yavaşça kapa. Beni bulabilirsin istersen...

Fio kayboluyor... Son...

Oyunun başındaki park Amber'ın "inkar"ını temsil ediyordu. Binanın en üstü, yağmurlu akşam "öfke"sini. Bataklık zamanla yapması gereken zor "pazarlık"ı. Karlı, soğuk, demir kapılı yer "depresyon"unu. Sonbahar kısmındaki orman ise "kabullenme"sini...

Bilmem bugün bunu niye anlattım. Ama bildiğim bir şey varki, eğer zamanla ilgili bir probleminiz varsa en kötü şekilde de olsa pazarlık yapabilmeli, gerekirse en kötü şeyi kabullenmelisiniz. Bunu sadece on yedi yaşında birinden dinliyor gibi düşünmeyin. İnsanlara sordum. Onlarda aynı şeyi diyor. Zaman...
İyi geceler...

2010-06-05

Sonsuz Mutluluğa Sözler

Hani gelecek kaygısı diye söylerler ya, her yerde. İnsanlarla konuştuğun zaman, hele ki lise çağında biriysen, gelecekte hangi mesleği düşünüyorsun, eğitimini nerde alacaksın gibi sorular sorarlar. Halbuki gelecek kaygısı dediğimiz şey yalnızca meslek midir? Değildir elbet. İlerde yaşayacağımız her şey ya da şimdiden bulanık görünen çoğu şey kaygı taşıdığından gelecek kaygısı deriz...

Hayat, sevdiğimiz ve bizi seven insanlarla güzel elbet. Dostların, onlarla vakit geçirmeyi her zaman sevdiğin insanlar. Bugünlerde başka bir kaygı var düşüncelerimizde. İlerde beraber olacak mıyız? Birkaç yıl sonra nerelerde, ne yapıyor olacağız? İşte bunlara benzeyen bir sürü soru işareti kafalarımızda. Şimdi anı yaşamak var tabi. Ama gerçekten gelecekte yanında olmasını istediğin insanlarla ilgili hayaller kurmak güzel.

O insanlarla bir çok ortak noktan olduğu için berabersindir. Bundan sonsuz mutluluk duyarsın ve onlarla geçirdiğin her zamanın ne kadar değerli olduğunu sadece o zaman geçtikten sonra değil her zaman anlarsın ki zamanın durmasını en çok istediğin zamanlar o anlardır. Beraber geçirdiğiniz güzel anılar, kahkahalar, hayatı unuttururcasına mutlu olduğumuz yerler, hoş...

Kimi zaman sadece kendi aramızda anladığımız muhabbetlerdir dostluğu gerçek kılan. Belki bir oyun belki bir müzik ya da sinema... İşte bu ortak noktaların bir gün, sevdiğimiz insanlarla bizi bir araya getireceğine inanıyorum. Aslında dostluğun, sevginin gücü falan diyeceğim ama hayat şartlarının ne denli değişken olacağını kestirmek güç. İşte bu yüzden şimdiden oynadığınız bir oyunun çıkacak yeni sürümünü beraber oynayacağımıza söz verdiğimizde ya da çekilecek bir film, işte o gün sonsuz mutluluğun aslında ne kadar sık ortaya çıktığını anlayacağımız anlar diliyorum...

Geçen gün her birinden söz aldım. İlerde birbirimizin hayatında olmak adına. Hep birlikte sevdiğimiz bir oyunu oynayacağız ilerde, sevdiğimiz bir filme gideceğiz. Hepsinden önemlisi birbirimizin olduğu bir hayat dileyeceğiz, hayal edeceğiz ve o hayalin peşinden adrenalin patlaması yaşayan biri gibi hızlı koşacağız. İnanacağız. Ben her zaman on yedili yaşlarda bulduğumuz gerçek insanları kaybetmeyeceğime inansamda daha somut cevaplar arayan dostlarım için söz vermek istiyorum. Her zaman ayak bağı olmak istiyorum hayatlarınızda. Bazen o sevimli dedeyi oynamak ve öğütler vermek istiyorum. Bazen de küçük, yaramaz, elinde şekerle koşturan, al yanaklı, kıvırcık saçlı çocuk olmak ve en önemlisi her zaman yanınızda sizi güldürmek ve hayatı yaşanabilir kılan her şeyi gösterebilmek istiyorum...

Sonsuz mutluluğa, onların yanındayken ulaşabilidiğim insanlara söz veriyorum...

2010-06-04

Sevgi, Saygı Meselesi

Sabah kaygısızca yolda yürüyordum. Güneşin güzelce doğmuş, havanınsa derin bir mavilik içinde olması beni mutlu etmişti. Yolda aptal saptal sevdiğim şarkıları söylüyordum. Ensemde bir ıslaklık hissettim. Önce aldırmadım, saçımın ıslaklığından diye düşündüm. Sonra bir bakayım diye elimi okul gömleğimin yakasına attım. Elimde ilginç bir pürüzlük hissettim. Görme duyumda işin içine girince anladım ki tam enseme hala sevgi ve saygıyla andığım bir kuş pislemişti. Okula geç kalmıştım ama aldırmıyordum. Eve geri döndüm ve sıkıla sıkıla diğer gömleğimi giydim. O kuşun pislediği gömleği seviyordum. Neden bilmem. Yıllardır benimle olması olabilir belki de...

Tekrar yola koyulduğumda elimi cebime attım. Telefonumu çıkardım. Telefonum garip tepkiler veriyordu. Sams.ng işte ne olacak. (Evet oraya nokta koydum ama RTÜK'ün reklam yasağı korkusundan değil. Bana bu telefonu kullanmak küfür gibi geliyor. Ne biçim yapmışlar arkadaş.) Az önceki kuşu andığım gibi sevgi ve saygıyla anıyorum o telefonu üretenleri...

Aldırmadım ve telefonu kapattım. Ama benim telefonumun o naçizane görünen ama bir o kadar önemli olan "kırmızı tuş" diye tabir ettiğimiz kapatma tuşu bozuk olduğundan bataryasını çıkarmakta buldum çözümü. Sonra nasıl açılıyor diye sormayın. Güzel bir taktiğim var elbet.

Kapatmadan önce annemin beni aradığını görmüştüm ama aldırmadım. Ancak okula gidince açabildim telefonu. Telefonumu açarken bir eksiklik hissettim. Evin anahtarını almamıştım. Annemin beni neden aradığını anladım ama artık çok geçti. Dönüşte annemin evde olacağını umup günüme devam ettim...

Bütün gün nedenli nedensiz güldüm. Üstümde ağır aptalımsı bir mutluluk vardı. İnsanlara yansıtabiliyordum ve bundan mutluluk duyuyordum. Çok da takılmamak lazım üzüntülere canım. Tabi şimdi bunları diyoruz iki gün sonra sınav mınav korkusu sardığında kendimi yine sevgi ve saygıyla anacağım ama şimdilik anı yaşayalım.

Dolu dolu geçen bir günün ardından sakin, müzikli bir akşamda olmak güzel. Az önce arkadaşlarımla konuşuyordum da biri beni sevimli, öğüt veren amcalara benzetti. Teşekkür ederim ona da. Gerçi yaşlı gördüğü için güzel güzel anmak var ama onun içinde iyilik olduğuna eminim...

Yalnız o kuş olmasaydı, şu enseme s.çan arkadaş, çoğu şey değişecekti. Okula gittiğimde arkadaşlarımı okulun kameriyesinde göremeyecek ve onların fotoğrafını çekemeyecektim. Onların hoş muhabbetinden bir ders saatide olsa eksik kalacaktım. Gömleğimi değiştirmek için tekrar eve dönmeseydim, anahtarımı evde unutmayacak ve annemin beni aramasına neden olmayacaktım. Annem beni aramasaydı telefonum garip tepkiler vermeyecek ve kapanmayacaktı. Eğer telefonum kapanmasaydı bir ay sonra beraber yolculuk edeceğim insanı arayacak ve durumu bildirecektim. Eğer onu o zaman yapsaydım akşam eve dönerken aramayacak ve telefonla konuştuğum için konuşamadığım, yanımdan geçen arkadaşımla ayaküstü muhabbet edecek ve mutlu olacaktım... Böyle gider işte... Sistem... Daha çok saygı ve sevgiyle anıyorum o kuşu...

Şimdi o kadar şey anlattıkta, kime, neye anlattım hiç bilmiyorum. Olmayan izleyicilerime galiba. Yanlışlıkla yolu buraya düşenler bir okusun. Gerçi o cümleyi yazdığımda demek ki buraya kadar okumuş ve onu görmüş değil mi? Hala o aptal sırıtma oluşmaya devam ediyor yüzümde, az önce kurduğum saçma cümleler adına. Olmayan izleyicilerime, yolu buralara düşüp bir nebze hayatıma giren insanlara saygılar, sevgiler. Ama bu sefer cidden saygılar, sevgiler...

2010-06-02

Küçük Anların Minik Dostu

Masama bir karınca geldi bugün. Bakındı etrafa. Bana küfrediyordu büyük ihtimalle, masamın dağınıklığına bakarak. Eğildim ona doğru. Öyle bakıyordu hala. Bir şarkı dinlettim ona. Bir ileri bir geri gitti. Aşağıya indi sonra. O kadar ufaldı ki uzaklaştıkça, bir süre sonra takip edemedim...
Kimsenin olmadığı o ana şahit oldu küçük karınca. Hayatımın bir bölümünde bulundu. Ardından tıpkı Ataol Behramoğlu'nun bir anlık gelip giden sevgilileri gibi çıktı hayatımdan...

Akşam olunca düşündüm de ne olmuştur o karıncaya diye. Belki de dinlettiğim şarkı kulağında yankılanmaya devam etmiştir. Sonra diğerlerine söylemeye giderken ölmüştür, mırıldanırken o bilmediği şarkıyı, kendi kendine...

2010-06-01

Durdurun Zamanı Uyuyacağım

Güneşin batmasına yakın uyuyakaldığım zaman, her uyanışım akşamı, güneşin olmadığı zamanı bulmuştur. Ben bundan nefret ediyorum. Hayatınızda bir kere gelecek olan o günde, güneşin batışını görememek beni delirtiyor. Uyandığımda kendimi karamsar, pislik biri gibi hissediyorum. Bilgisayarın uğultusu vücuduma yapışmış, ağzımdaki bakteriler arttıkça artmış, algılamadaki güçlüğüm en üst düzeye çıkmış... Bir de havayı kararmış halde görmem var işte...

Başımın ağrısını susturmak isterken her tarafım ağrımış. Bugün özrüm kendime. Öfkem de öyle...