2010-05-31

Küçük Ayrıntılarda Hayat

Kimse yokken lise sıralarının en arkasına oturdunuz mu hiç, herkesin çantaları, kitapları, kalemleri dururken?

14:20'ydi saat... Güneş bulutların ardından ışıltabildiği kadar pencereden giriyordu, pencere arkamda. Ben en arka sırada tatlı bir şarkı dinlerken kafamı masaya koymuş halde oturuyordum. Kafamı kaldırdım, birbirine benzeyen sıralar, onların üstünde kitaplar, çantalar, bir kaç farklı eşya... Her biri bir şeyler anlatacak, oldukları yerde birden fırlayacak ve gidecek gibi. Masaların üstünde eskimiş yazılar, kiminin kendini kiminin aşkını ya da sevdiği bir kaç şeyi anlattığı yazılar... Onlarda konuşacaklar bıraksalar.

Karşıda duvara asılı bir takvim bana doğru dönmüş nispet yapar gibi. Günleri hızlıca geride bıraktığımızın acısını çıkarır gibi bakıyor. Bir kaç dünyevi dert var üstünde, sınav tarihleri. Onlarda alay ediyor...

14:30'du saat... Kafamı koyup tekrar kaldırmam... Dışarıda, arkamda hayatlar değişiyor, insanlar, hikayeler geçiyordu. Bir kız oturmuş okul bahçesine, kaldırıma kim bilir belki de dertlerini düşünüyordu öylece. Ağaçlarda böcekler geziniyor, kuşlar ötüyordu. Bir araba diğerine korna çalıyor, insanlar kısa bir bakışdan sonra devam ediyordu yollarına. Tekrar döndüğümde önüme az önceki hızlı hayata karşı hala aynı şeyler, aynı şekilde duruyordu. Takvim, kitaplar, birbirine benzeyen hafif yıpranmış sıralar, çantalar... Yine bir şeyler anlatacaklar, bıraksalar. Ama aynı şeyleri söyleyecekler yine...


Bir de ben vardım takvimin karşısında, ağaçların tepesinde, o dertli, tanımadığım kızın üstünde, bulutların altında, sıraların en sonunda. Öylece bakıyordum etrafa. Hala devam ediyordu o tatlı ezgili müzik kulaklarımda. Birden zil çaldı. Kulağımdaki ezgiler dağıldı, dertli kız ayağa kalktı, kuşlar başka yerlere uçtu, bulutlar dağılmaya başladı, herkes unuttu her şeyi. Bir de ben... Bıraktım kelimelerimi, sevdiğim şarkılarımı. Koydum tekrar kafamı, zamana aldırmadan kapadım gözlerimi. Derin bir nefes aldım. Bıraktım dertlerimi...

2010-05-30

15:15'e 15 Dakika...

Sinemalar... Hayatımıza en iyi şekilde mola verdiğimiz yerler galiba. İki saat hayata ara verip yeni hayatları büyük beyaz perdelerde izlemek, oradaki hayatlara kendimizden bir şeyler katıp benisemek...

Filme girmeden önce kendi kendini etkilersin ya, korkuysa korku öğeleri ararsın, komediyse kendini gülmeye hazırlarsın ve diğer tüm türler işte. Bugün bir filme girdim. "Elm Sokağı Kabusu." 15:15 seansına girecektik. Kendimizi korkuya hazırlarken saate baktık. 15:15'e 15 dakika kalmıştı. Kendimizi korkuya, gerilime hazırlamaya 15 dakika. Hayata, dünyevi sıkıntılara az da olsa ara verebilmek için 15 dakika. Beyaz perdeyi renginden öteye taşıyacak korku öğelerini görmeye 15 dakika.

O kadar çok gerilmiştik ki büyük ihtimalle kas yapmıştık. Sinemanın etkisi hala bizimleydi. Film bitmişti ama yok mu o anılar, bize işlenen görüntüler her zamanki gibi duygularımızı tetiklemeye devam ediyordu.

Teneffüslerden sonra dersler her zaman sıkıcı gelmiştir ya, o kısa moladan sonra hayat aynı monotonlukta sürüyordu. Yine arkadaşlarla geçirilen hoş sohbetler, günün yavaş yavaş sona ermesi yeni beklentileri de beraberinde getiriyordu.

Hoş, hayatı severim. Ama monoton. Belki de bu monotonluğun ve sıradanlığın içinde bulduğum mutluluklar bana hayatı sevdiren. Gökyüzüne baktım da bugün bisiklet sürerken, gün batarken. Uçmayı diledim. Maviliklere doğru uçmayı. Bir süre hayal ettim, hızla giderken bisikletle ve rüzgar yüzüme vururken. İşte böyle olurdu galiba dedim. Böylesine huzur dolu ve serin. Yeryüzündeydim yine de. Burası da güzel dedim kendime, güneşin renginin hoş tonu bulutlara vururken. Eğer mutlu bir senaryonun sonu gibi duruyorsa hayatınız. Sıkıntılı, bitkin ve yorgun hissederken kendini güzel mutluluklar buluyorsa sizi, işte hayat bu diyebilmeli insan. Bugün gün batarken mutlu bir senaryo sonu gibiydi. En güzel şarkının girişi ve güneşin parıltısı. Son...

Eğer hayatta bir gün bu mutlu sonu yakalayacaksa, güneşin harika batışı kadar renkli...
3,2,1 motor...

2010-05-27

Charles Bukowski ile Doğum Günü Süsü

Küçük bir parça ne anlatabilir hayatınıza dair? Birkaç saniye için geçmişe götürebilir sizi. Sessiz olur ama hissedersiniz titreşimleri...



Bilmediğim bir nedenden uzun zamandır ara verdiğim bir şiir kitabı okuyordum. Charles Bukowski'nin "Kendimizde Açtığımız Yaralar"ını, tek başıma, salonda, kısık bir müzik eşliğinde okurken bir şey parladı tavanda. Gülümsedim hemen. O kadar tanıdıktı ki gördüğüm parıltı, gözümü kırptıktan sonra her şeyi değiştirdi odada. Birden insanlar dolmaya başladı. Dostlarım, sevdiğim insanlar teker teker oturuyor, bir şeyler hazırlıyorlardı. Süsler, yemekler, hediyeler. Hepsinde gülümsemeler vardı. Hızlı hızlı akıyordu zaman. Hepsi ayaklandı birden. Kapıya doğru baktılar. Birini bekliyorlardı. Biri girdi. Hep bir ağızdan "Süpriiiiiiz" diye bağırdılar. Kapıdan giren bendim. Onlar, sevdiğim insanlar daha fazla gülümsüyorlardı. Kahkahalar, her biri nota gibi dağılıyordu kulaklara. Tekrar kapayıp açtım gözlerimi, her şey şimdiki yerini aldı...



Doğum günümden kalma bir süsün tavanda yapışıp kalmış bir parçasıydı o gördüğüm. Geçmişimi, benim olmadığım anı yaşatabilen bir parça. Gülümsedim döndüm kitaba. Kitapta güzel bir şiir yazmanın sırrı yazıyordu "gerçeğe en sadık biçimde yalan söylemek." Ne güzel demiş Bukowski amca. Gördüklerimin gerçek olmadığını biliyordum ama bir o kadar da sadıktı gerçeğe...

Henüz Alışmak Sevmemeye...

Bugüne kadar sevmezdim yağmuru. Yerleri ıslatması, hareket etmeme sınır getirir diye düşünürdüm. Öyleydi. Ancak bir şeyin daha farkına vardım. İnsan sevmediği, sevemediği şeylere bir süre sonra alışabiliyor.

Yağmurda yürümeyi sevdim her zaman. Beni ıslatmasını sevdim. Bir amacı olacaksa o da beni ıslatması olacağını düşünüp sevdim. Sevdim işte. Ama bugün daha farklıydı. Bugün sevmekten öte benimsedim. Yağmur damlaları karışık, kıvırcık saçlarımın arasından yüzüme doğru süzüldüğünde hissettim. Her zamankinden daha ılıklardı. Yüzümde bir çizgi halinde iz bıraktığını düşündüm. Kalıcı olmasa da akıp giderken bir ız bıraktığını hissediyordum. O sıcaklık içime vurdu sonra. Yağmurun sesi gökgürültüsüyle birleşip sevemediğim şehrin sesini bastırmaya başladı. Dinledim. Gözümü kapattım birkaç saniye hissettim her damlayı. Açtım gözümü insanlara baktım. Her biri yağmurdan kurtulacakmış gibi kaçıyor, kaçamayanlar şemsiyelerini açmış dikkatlice yürüyordu. Öfkelendim onlara. "Siz bırakın." dedim "bugün yağmur benim."

Sevemediğim, alıştığım şehirde, sevemediğim bir şeyi sevdim. Ama yağmuru sevmeye hala alışamadım. Ben anlam veremediğim şeylere alıştım. Anlamadığım şekilde yağmurları sevdim bugün. Özür dilerim geçmiş damlalardan, alışılmamışlıklardan, özür dilerim...

2010-05-26

Rutin Hayat Bu...

Hayatın sıkıcı olduğunu söyleyebilirsiniz. Aynı şeyleri tekrar tekrar yapmaktan yorulabilirsiniz. Yorulabilirsiniz, yürüyen merdivenlerde durmaktan ya da duran merdivenlerde yürümekten. Ama hayat güzel. Güneşin batışında, serin bir havada oturun açık bir yere ve kulaklığınızı takıp "sende yap" parçasını dinleyin Athena'dan... Ben yaptım. Sen de yap güzel oluyor...